6 Kasım 2016 Pazar

21. Yüzyıl İhtiyaçlarına Dini Değerler Açısından Bir Bakış

ANADOLU PLATFORMU KUZULUK BULUŞMALARI 20-25 AĞUSTOS 2013

AYHAN OGAN - MEHMET UÇUM – VELİ KARATAŞ         

Moderatör: Ayhan Ogan
21. Yüzyıl Siyasal Sistem İhtiyacı ve Türkiye’nin Yeri-Mehmet Uçum
21. Yüzyıl İhtiyaçlarına Dini Değerler Açısından Bir Bakış-Veli Karataş

Veli Karataş

Ben de teşekkür ederek başlamak istiyorum. Ayhan Bey’in tespitleri ve Mehmet Bey’in sunumuyla bir bağlantı kurduktan sonra kendi sunumuma geçiş yapmak istiyorum. Bu geçiş bağlantısı için bir metne atıfta bulunmak istiyorum. Şu an Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Ahmet Davutoğlu Hoca’nın 1998’de kaleme aldığı bir metin. “Uluslararası İlişkilerdeki Gerilim Alanları ve 21. Yüzyıl İle İlgili Projeksiyonlar” başlığını taşıyor bu metin.

Öncelikle 5 tanesi politikayla ilgili 4 tanesi de felsefi perspektifle ilgili 9 tane gerilim noktası tespit ediyor. Ve önümüzdeki süreci bu gerilim noktaları şekillendirecek, diyor.  Aktörlerin; küresel aktörlerin, bölgesel aktörlerin bu gerilim noktalarını nasıl çözebileceğine veya çözemiyeceğine ilişkin değerlendirmeler içeren bir makale. Uluslararası hukukla politika arasında bir gerilim var diyor. Mehmet Bey değindi. Mesela şu an BM'nin hukuku ve dünya sistemi içerisindeki konumu çok rahat bir şekilde tartışmaya açılmış durumda. Meşruiyeti çok rahat bir şekilde sorgulanabiliyor. Bu önümüzdeki süreçte yeni arayışları doğal olarak beraberinde getirecek. BM sorgulanacak, yargılanacak belki mahkum edilecek veya daha iyi bir sisteme geçiş için belki bir basamak olarak kullanılacak.

Ortak güvenlik sistemi ve güçler dengesi, küresel ekonomi, politik rekabet, bölgesel askeri-stratejik gerilim alanları da makalede değinilen konulardan.

Küreselleşme felsefi anlamda da üzerinde çokça durulması gereken bir başlık. Burada da gerilim noktalarını oluşturan unsurlardan biri olarak değerlendiriliyor. Yani bir yandan küreselleşme yaşıyoruz, diğer taraftan bölgesel, yerel veya ulusal çıkarlar arasındaki gerilimleri. Dünya sistemi veya dünya finans sistemi diye ifade edilen sistem bir takım tercihlerde bulunuyor ve bu tercihler bizi doğal olarak etkiliyor.

Bilgi çağı, bilgi istismarı, enformatik körlük veya Nabi Avcı üstadın ifadesiyle enformatik cehalet dediğimiz bir durum söz konusu. Hani bir taraftan bilgi toplumu dediğimiz öbür taraftan bilgi ile boğulan ve hiç bir şeyi bilmeyen, bilginin yalınlığından, sadeliğinden, aydınlatıcılığından, hidayete erdiriciliğinden uzak tamamen dezenformasyonla çürütülmüş, manipüle edilmiş, zihinler, beyinler var. Böyle bir gerilim noktası var bunu da iyi yönetebilmek gerekecek.

En önemlilerinden birisi felsefi olarak batı düşünürlerinin özellikle altını çizdiği tarihin sonu söylemi. Tarih sona mı eriyor, yoksa yeniden ivme mi kazanıyor? Tarihin kırılma anı diyebileceğimiz noktaların birinde mi bulunuyoruz?

Bu çerçevede bunların hepsini 21.yüzyıl projeksiyonu çerçevesinde ele almamız gerekiyor. Bizim özellikle İslam düşüncesi ekseninde insanlığa farklı katkılar sunmamız gerekiyor. Bunu daha da genelliştirecek olursak Hristiyanlığın da doğu dinlerinin de özelikle Budizmin de bu konuda değerler çerçevesinde insanlığa farklı katkılarının olabileceğini, olması gerektiğini en azından temenni boyutuyla ifade etmek isterim.

Bu uzun girişten sonra dinler 21.yüzyıla değerler açısından ne sunabilir, ne verebilir? Özellikle İslam dinini, benim okuyabildiğim, görebildiğim kadarıyla düşünce boyutuyla, en güzel şekilde ifade edebileceğimiz şey kavramlardır veya değerlerdir. Bu çerçevede bunlar üzerinde tefekkür edilmesi ve 21 yüzyıla ilişkin söylemlerimizin bu kavramlar ekseninde geliştirilmesi temennisiyle konulara gireceğim.

Bu dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için geçmişten günümüze insanlık nelerden istifade etmiş, biz nelerden istifade edebiliriz? Burada temel yaklaşımım şu: Dinler insanlığa çözüm önermiş. Dinin karşısına çıkarılan felsefe, bilim, sanat vb. alanlar ise çözümleme yapmış. Felsefenin temeli bu anlamda çözümleme, temellendirme, aklileştirme, rasyonalleştirme, tutarlılık ilişkisini, kapsamlılık ilişkisini ortaya koymak. Bu boyutuyla insanlığın ortak tecrübeleri olarak felsefenin, bilimin, sanatın şimdiye kadar bize ne önerdiği ortada. Özellikle son 500 yıllık dönemi göz önüne aldığımızda dinden bağımsız ve hatta din karşıtı olarak gelişmiş bilimin, felsefenin, sanatın ürünleriyle muhatabız günümüzde. Bu serüveni özelikle modern dönem diye ifade etti Ayhan Bey. Evet, ona şimdi postmodern dönem ilave ediliyor. İnsanlık felsefe, bilim, sanat üzerinden neleri tespit etti ve hangi noktaya geldi? Hepsinin kaynağı konumunda olan din öteden beri ne söyledi insanlığa? Nihayetinde onlar kendilerini her ne kadar müstakil olarak konumlandırmış olsalar da, her ne kadar redd-i miras eyleseler de, belki isyan etseler de, evden kaçsalar da din hepsinin pederi konumunda, hepsinin babası konumunda. Sanatı, bilimi, felsefeyi dinden bağımsız olarak ve dini de genel anlamda kavram olarak vahyiden ve nübüvvetten bağımsız olarak değerlendirmemiz aslında mümkün değildir.
İnsanlık öteden beri din eksenli bir seyrisüluk doğrultusunda ve onun karşıtı olarak kendisini konumlandıran bazen akıl denilen, bazen felsefe denilen, bazen bilim olarak ifade edilen farklı bir serüven çerçevesinde süregeldi. İki ana akım, iki ana mecra diyebiliriz.

Bu anlamda modern batı düşüncesinin serüvenine baktığımız zaman bir bakıma kutsaldan arındırma da diyebileceğimiz rönesans ve reform hareketleriyle başlatılır genelde. Benim tespitlerim çerçevesinde modern batı düşüncesinin merkezinde ana kavram olarak hümanizm kavramı var ve biz çoğunlukla bu kavramı ıskalıyoruz. Hatta hümanizmi bazen olumlu çağrışımlarla anıyor, büyük düşünürlerimize -Hz. Mevlana Hz. Yunus'a- hümanist insanlar diyebiliyoruz. Oysaki şu anda eleştirdiğimiz, şu anda bize cehennemi hayatı yaşatan sürecin merkezinde, odağında hümanizm kavramı yatıyor. Çünkü oradaki hümanizm birilerinin bize öğretmeye çalıştığı söylemeye çalıştığı gibi insancıllık falan değil insanperestlik, insanı merkeze alan, her şeyi insana göre şekillendiren, her şeyi insan ekseninde döndürmeye çalışan bir bakış açısı. İnsanı, Tanrı’dan ve kutsaldan bağımsız değerlendirme çabası.

Bu süreçte rönesans ve reformla birlikte öne çıkan kavramlardan biri de deizm. Deizmi bir cümleyle ifade edecek olursak -yanlış anlaşılmam inşallah- Tanrıyı tatile göndermek demek. Tanrıyı aleme ve evrene müdahale ettirmemek. Sen bizim işimize karışma demek. İsimlerini, sıfatlarını iptal etmek.
Modern batıyı şekillendiren kavramlara devam edecek olursak: aydınlanma süreci, rasyonalizm, progressivizm gibi kavramlar çıkar karşımıza. Çevrimsel tarih anlayışından ayrılmayı, düz-doğrusal ilerleyen ve her gelecek günün geçen günden daha iyi olacağı felsefesine oturan bir bakış açısı progressivizm. Arkasından 19 yüzyıl pozitivizmi ve pozitivist paradigma. Bu paradigma, bütün dünyayı etkisi altına almış ve günümüz itibarıyla hala üniversitelerimiz, eğitim sistemimiz büyük ölçüde bu paradigmanın etkisi altında. Ama elhamdullillah kurtulma ve onu artık tarihin çöp sepetine atma süreçlerini de Rabbimiz bize gösteriyor. Onlar dini tarihin çöp sepetine atmak üzere yola çıkmıştı şimdi de inşallah o pozitivizm tarihin çöp sepetine atılmış olacak. Bu paradigmanın sonuçları ise: materyalizm, anarşizm, nihilizm, ateizm ve hedonizm. Bunların hepsi üzerine belki çok konuşmak gerekiyor ama ana hatlarıyla modern batının gelmiş olduğu nokta budur. Bu serüvenin 20.yüzyılda artık dünya savaşları diye ifade edilen savaşlarla birlikte insanlığı getirdiği nokta; dibe vurmuşluk ve bundan sonra postmodern felsefenin ve arayışların başlaması. Şu an insanlar -bütün insanlığı kastederek söylüyorum- bir şeylerin arayışında ve pek çok şey belirsiz durumda. Zaten postmodernizm şu üç kavramla özetlenebilir: eleştiri, belirsizlik, arayış.

Mehmet Bey’in de ifade ettiği gibi 21 yüzyıl için yeni bir siyasal sisteme ihtiyacımız var. Kavramlar üzerinden bir kaç saptama yapıp, sonrasında biz bu dünyaya, yani 21. yüzyıla dini değerler açısından neler verebiliriz bunları sunacağım.

İnsanlık bu serüvende nereden nereye geldi? Felsefe tarihlerine baktığımızda genellikle ilkçağ vardır, ortaçağ vardır, modern dönem vardır ve şimdiki çağdaş dönem dedikleri veya postmodern dedikleri dönem. Ortaçağ ve ilkçağ boyunca var olan bütün insanlığa bir şekilde etkide bulunmuş temel tasavvurlar büyük ölçüde modern dönemle birlikte değiştirildi, başkalaştırıldı, dönüştürüldü. Bunları şu kavramalarla ifade ediyoruz. Felsefi dille söyleyecek olursak: teleolojiden mekanizme bir evrilme yaşandı. Bütün kainat bilinçli anlamsallık içerisinde, bir nihayi gaye doğrultusunda okunuyordu, anlaşılmaya çalışılıyordu ama bir noktadan sonra ondan bu anlamlılık boyutu çekildi ve mekanistik bir evren tasavvuruna geçilmiş oldu. Kutsal olandan profan olana doğru bir evrilme yaşandı. Ezel ebet çizgisinden sekülerizme ve dünyevileşmeye doğru bir evrim yaşandı. Biraz önce söylediğim hümanizm kavramıyla ilahi olanın yerine insanın kendisi ikame edilmek istendi. Yine, ifade olarak hoş gelmeyebilir, Tanrı tatile gönderildikten sonra onun yerine insan konulmuş oldu. Bir diğer unsur; ahiret devre dışı bırakıldı, her şey dünyaya endeksli hale getirildi. Modern kavramı büyük ölçüde zamanla ilgilidir. Yani; şimdi, burada olanı ifade eder, geçmiş ve gelecek büyük ölçüde ıskalanmış olur. Yine keşiften tahakküme bir geçiş yaşandı. Özellikle Francis Bacon’la birlikte 17. yüzyılda “bilgi güçtür ve o gücü kontrol edebilmek anlamında kainat üzerinde bir tahakküm oluşturulmalı” denildi. Kainatın gizemini keşfetme anlayışı yerine kainatta her türlü tasarrufa kendisini yetkili görme, onu her türlü şekillendirme, yönetme, yönlendirme ve nesneleştirme anlayışı hakim oldu. Haktan güce doğru bir savrulma, anlamlı bütünsellikten absürt bir tekilleşmeye doğru bir evrilme yaşatıldı.

Peki bu durum tersine çevrilebilir mi? Şayet mümkünse nasıl olabilir? Bu sorulara ilişkin kavramsal düzeyde bir takım öneriler sıraladıktan sonra, dindar insanlar dini değerler üzerinden ne söyleyebilir konusuna açıklık getirip, toparlamaya çalışacağım.

Tekrar nereden nereye sorusu çerçevesinde ‘önce nereden nereye geldik, şimdi tekrar nereden nereye gidebiliriz ve bunu nasıl yapabiliriz’ ile ilgili görüşlerimi bir kaç kavram çerçevesinde aktaracağım: Bu dünya, özelikle batı modernizmi merkeze alındığında büyük ölçüde analiz üstüne analizle her şeyi parçalara ayıran bir dünya. Hep tahlil hep analiz hep çözümleme. Artık terkibi bir düşünce, külli bir düşünce, bütünsel ve evrensel bir düşünceye doğru bizim yeniden yelken açabilmemiz gerekiyor. Postmodern süreç her şeyi anlamsız hale getiriyor. Külli bakamıyoruz. Aslında modernizm bu sürecin yaşanan karşılığı iken postmodernizm de onu eleştirme çabasıyla mutlak olanın hepsini berhava etmiş durumda. Hiçbir şey anlamlı değil, herşey belirsiz. Kaotik bir dönem; kavramlar uçuşuyor, ideolojiler başkalaşıyor, dönüşüyor. İnsan hiçbir yerde sükunet bulamıyor. Toplumsal yapı hiç bir şekilde istikrara kavuşamıyor. Çünkü modernitenin yapmış olduğu en temel şeylerden birisi de bizim bütün zenginliğimiz olan, Allah'ın esmasının insandaki yansıması olan insanın bütünselliği çerçevesinde kalbini, ruhunu, aklını ve nefsini varlık alanında, bilgi alanında ve hemen hemen her alanda tekçiliğe doğru paradoksal bir ilişkiye sürüklemesidir. Güya mutlak olanı eleştiriyor ama kendisini mutlak olarak dayatıyor. Bilim adeta tapınak haline getiriliyor. Bilim adamları adeta geçmişin papazları konumuna getiriliyor. Bu boyutunu da kaçırmamak gerekir. Tek katmanlılık dayatılıyor oysaki tahlilden terkibe, parçadan bütüne, parçalanmışlıktan bütünselliğe, tek katmanlılıktan çok katmanlılığa doğru yeniden bir anlamlılığa ihtiyacımız var. Bu bağlamda İslam düşüncesi çerçevesinde her boyutuyla; meratibül usul,  meratibül vücud, meratibüs süluk ve meratibül maani anlamında çok katmanlılığa yelken açabileceğimiz temel kavramlarmız var.

Şimdi bunlara ilişkin bir kaç boyutu değerlendirerek toparlıyorum. Din üzerinden, dini değerler üzerinden önce kendimiz sonra da genel manada insanlık için neler önerebilir, neler düşünebiliriz? Bunu önce de ifade ettiğim gibi İslami temel kavramlar olarak ifade edebileceğimiz bazı kavramlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.

En başta İslamın belki de özü, özeti diyebileceğimiz ve benim deminden beri bütünsellik olarak vurgulamaya çalıştığım,  sadece bir inanç ilkesi olarak değil kainatı, insanı, bilgiyi, varlığı ve her şeyi okuma biçimi olarak tevhid kavramını merkeze almamız gerektiğini ve söylemlerimizi Tevhid üzerinden geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kesretin bir nokta-i nazara bağlanması ve anlamlı hale getirilmesi gerekiyor. İnsanlık bunu kaybetmiş durumda, bir cihetül-vahdesi yok yani bir dayanak noktası yok. Tevhidi, bütünsel, külli bakış açısı ile insanlığa sunabilir miyiz yeniden? Bu potansiyel var. Şu anda sunabiliyor muyuz? Bunu sunabilmenin çalışmasını, gayretini her zaman için zihnimizde diri tutmamız gerekiyor. Biz bunu hem felsefi düzeyde, hem varlık düzleminde hem de siyaset düzleminde zamanı geldiğinde sunabilmeliyiz.

Bir diğer kavram istikamet. Burada istikamet kavramını özelikle seçmemin sebebi bütün vahiy olgusunun, nübüvvet olgusunun ele aldığı temel kavramlardan birisi olmasıdır. Nebiler silsilesinin yolu bir nokta-i istinattan bir nokta-i istimdada doğrudur. Sırtımızı dayadığımız sağlam bir dayanak noktası olarak tevhid bizim nokta-i istinadımızdır. Bir de istikamet belirleme diyeceğimiz ve sırat-ı müstakim kavramı çerçevesinde düşünebileceğimiz yön de nokta-i istimdattır. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol-festekim kema ümirte” ayet-i kerimesi ekseninde düşünecek olursak peygamberlerin bütün silsilesinin temel misyonunun bu olduğunu görürüz. Vahiy insanlığın istikamet üzerine devam etmesi için var. Bu anlamda istikamet kavramının bu süreçte yeniden tahlilini yapmakta fayda var. Bunu da Kur’ani kavramlarla temelendirecek olursak; vahiy-nübüvvet, hidayet, aydınlatıcı kitap. Hac suresinde bir ayet-i kerimede özelikle Allah Teala hakkında ileri geri tartışma yapmayı eleştiren bir boyutla şöyle buyruluyor: "ve minen nasi men yücadilü fillahi biğayr-i ilmin vela hüden vela kitabin münir.” İnsanlığın temel sorunu Allah hakkında ileri geri konuşmak, tartışma yapmak. Başka bir ayet-i kerimede Allah'ı gereği gibi takdir edememenin, isimleri ve sıfatlarıyla, fiilleriyle gereği gibi anlayamamanın, tanıyamamanın buna sebep olduğunu görüyoruz. Bunu sağlayan şey ayeti kerimedeki ifadesiyle hidayet üzere olmak, aydınlatıcı bir kitap sahibi olmak, ilim üzere olmak.
Evet değerli dostlar, bu noktayı istinat ve istimdatı aynı zamanda Allah'a, ahiret gününe iman şeklinde konumlandırabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de iman esasları içerisinde en çok ön plana çıkan ve diğerlerinden bağımsız olarak, sıkça vurgulanan iki temel esas bu: Allah’a ve ahiret gününe iman. Bunun felsefedeki karşılığını da Batı felsefesinin zirve ismi kabul edilen Kant’ta görebiliriz. Kant, Tanrı ve ölümsüzlük başlıklarını postülalar şeklinde ortaya koyuyor. Bunlar olmadan hiç bir şey yapamazsın, metafizik mümkün değildir, diyor.

İnsanın şu anda yaşamış olduğu krizlerden birisi de genel manada sadece felsefi boyutuyla değil davranışları da içerecek şekilde ahlak problemi. Buna ilişkin belki ayrıntılı bir tahlil yapılması gerekiyor ama ben onlara giremeyeceğim. Bizim nefsin kuvvelerini itidal üzerine yönetebilmemiz gerekir. Yani insanın kuvveleri; kuvve-i akliyesi, kuvve-i gadabiyesi, kuvve-i şeheviyesi var. Bunların hepsinin istikamet üzere devam edebilmesi itidal üzerine olmalarına bağlı. İfraf ve tefrit uçları arasında itidalı yakalayabilmemize bağlı. Bu anlamda yine İslamın temel kavramlarından birisi olduğunu düşündüğüm adalet kavramını ön plana çıkarabiliriz.

Adalet üzerinden bir söylem geliştirebiliriz. Yine şura kavramının siyasal sistemde kendini ifade etme, özgürlükleri sonuna kadar kullanabilme noktasında üzerinde çokça kafa yormamız gereken temel kavramlardan birisi olduğunu düşünüyorum. Şura kavramı Hz. Peygamber'e emir olarak gelmiş. İstikamet ve hayırda isabet için önerilmiş, hem de müminlerin kendi aralarındaki işlerini bu prensip içerisinde görmesi tavsiye ediliyor.

Değerler alanında bütünselliği temel taşlardan birisi olarak görüyorum. Bunu çok farklı boyutlarıyla şöyle birkaç kavramla ifade edecek olursak; ontoloji, epistemoloji, aksiyoloji yani varlık bilgi ve değerin bütünselliği; iyi, doğru ve güzelliğin bütünselliği, bilim, hukuk, ahlak, siyaset, iktisat ve sanat bütünselliği. Günümüzde inançla sanat arasında, bilimle din arasında neredeyse hiç bağ kalmamış. 19. yüzyıl pozitivist paradigması, din ile bilimin birbirine taban tabana zıt olduğu anlayışını dayatıyor.

Bu anlamda bunların hepsinin bütünselliği, uyum kavramını ön plana çıkarıyor. Tanrı, insan ve kainat arasında uyum. Allah Teala’yı isim ve sıfatlarıyla göz önünde tutarak, hakkıyla takdir ederek tanıma aracı anlamında bir uyumdan bahsediyoruz.

Yine insanı çamur ve ruh gelgitlerinde zaafları ve yücelikleriyle tanıma anlamında bir uyumdan bahsediyoruz. Şems süresi bize öyle enfes ipuçları veriyor ki; “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ. Fe elhemehâ fucûrahâ ve takvâhâ. Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.” Surenin bu bölümünün çok şiirsel bir yönü de vardır. İnsanın ruhunda potansiyel olarak nelerin olduğunu söylüyor. İnsan ruhuna takvanın da fücurun da, iyiliğin de kötülüğün de potansiyel olarak yerleştirildiğini belirtiyor. 
Yine insanın farlılıklarıyla beraber değerlendirmesi anlamında özellikle İslam filozoflarının çok orijinal tespitleri var. İbn-i Bacce'nin, İbni Rüşd'ün. Bu, geleneksel olarak hepimizin bildiği bir şeydir aslında ama İbni Bacce toplumu cumhur olarak, nüzzar olarak, süeda olarak tasnif ediyor. İbni Rüşd, insanları idrak kapasitelerine, kabiliyetlerine göre tasnif ediyor veyahut Nahl suresinde geçen “insanları Allah'ın yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et” ayetini kategorik ele alıyor ve insanları hikmet (burhan), cedel (diyalektik) ve hatabe (retorik) ehli diye tasnif ederek anlamaya çalışıyor.

Günümüzde birbirinden koparılmış o kadar çok şey var ki! Bu bağlamda bizim mesela gayp ve şehadet alemleri, fizik ile metafizik arasındaki uyumu göz önünde tutmamız gerekiyor. Yine mutlak ve mukayyet kavramları arasındaki uyumu; araçlar arasında uyumu, akıl, inanç, felsefe, din ve bilginin kaynakları arasında uyumu.

Şu anda bilginin kaynakları dendiğinde belki bizi uçuracak, bize çok büyük zenginlikler katacak şeyleri çağdaş paradigmanın tesirinden dolayı elimizin tersiyle itebilmişiz. Geçmişte kelamıyla, tasavvufuyla, felsefesiyle, selefi perspektefiyle hepsi birbiriyle uyum içerisindeyken şimdi birimiz bir tarafından tutuyoruz, selefi perspektife sahip olanlar kelamı, tasavvufu, felsefeyi elinin tersiyle itiyor. Felsefeyi benimseyen tasavvufun bazı güzelliklerini görmezden geliyor. Bunlar arasında uyum sağlanması gerekiyor. Aynı şekilde usuller, yollar, ekoller arasında uyum, varlık mertebeleri arasında uyum gibi konulara da kafa yormamız gerekiyor.

Denge kavramı yine ön plana çıkarılabilecek kavramlardan biridir. Akıl, ruh, kalp, nefis, arasında denge, dünya ahiret arasında denge, ruh beden arasında denge, madde mana arasında denge, nitelik ve nicelik arasında denge…

20. yüzyıl önemli düşünürlerinden ve Guenoniyen ekolun kurucusu kabul edilen Rene Guenon’un “niceliğin egemenliği” şeklinde önemli bir kavramsallaştırması var. Guenon, insanlık tarihinde modern dönemi niceliğin egemenliği olarak ifade ediyor. Oysa bizim hem nitelik hem nicelik boyutlarıyla ve bunların dengesiyle, uyumuyla birlikte muhatap olmamız gerekiyor.
Bu değerler dizisine hürriyet, dürüstlük ve güzel temsil gibi kavramları da ilave etmek istiyorum. Bunları da açmam gerekiyor ama onlara sadece kavram olarak değiniyorum.

Son olarak derinlikler meselesine değinmek istiyorum. Başta Ahmet Davutoğlu Hocaya bir gönderme yaptık makalesi itibariyle, şimdi de kitabına bir gönderme yapmış olalım. Stratejik Derinlik diye temel kitaplarından birisi var biliyorsunuz. Bir de Alternatif Paradigmalar diye bir eseri var Hocamızın. Gerçekten ikisi de son derece önemli çalışmalar. Açılımla beraber derinlik gerekiyor ama sadece stratejik derinlik değil, pergel metaforu ile -burada Hz. Mevlana’ya atfedilen, sabit ucunu bir noktaya koyup, diğeriyle 72 milleti dolaşma kapsamında- parçalanmışlığı bütünleştirecek derinlikler sağlamamız gerekiyor. Bunun yolu da açılımdan, demokrasiden, bazı meseleleri yeniden konuşmaktan, değerlendirmekten geçiyor. Sadece stratejik derinlik değil metafizik derinlik, felsefi derinlik, siyasi ahlak derinliği, adalet derinliği, edebiyat ve sanat derinliği gibi hayatın tüm alanlarını kuşatacak derinlikleri önümüzdeki dönemde konuşabilmemiz gerekiyor.

Son olarak –bununla bitireceğim dedim ama- şu ifadeleri de, hele hele günceli de göz önünde tutarak aktarmak istiyorum:

Bir hız ve haz çağında yaşıyoruz. Tevakkufa, sekinete ve kanaate ihtiyacımız var. Tuğyan, müstağnilik, kibir ve istikbara karşı asli anlamlarıyla aczi, fakrı, şefkati ve merhameti öğrenmemiz gerekiyor. Nefsani arzulara ve katı akılcılığa karşı vicdanı, kalbi ve ruhu ön plana çıkarmamız; zorbalığa, şiddete ve kuvvete karşı hak, adalet ve hikmetle karşı durabilmemiz gerekiyor. Irkçılığa, menfaat ve cidale karşı fazilet, uhuvvet ve yardımlaşmayı esas almalıyız. Öldürmeye karşı öldürmemeyi, sevebilmeyi, güce tapınmaya karşı iktidar üretmemeyi, devleti tabulaştırmaya ve canavarlaştırmaya karşı devletsizliği keşfetmemiz gerekiyor. Ahlaki çöküşe, sapmalara, reziletlere karşı maneviyat, iman, iffet, fazilet diyebilmeliyiz. Varlığa, bilgiye, bilime, sanata, siyasete, ahlaka, hukuka, eğitime alternatif paradigmalarla bakabilmeliyiz. Barışı, selamı, imanı-emniyeti, sükun ve sekineti, huzur duyabilmeyi, huzurda durabilmeyi, huzurlu olabilmeyi yaygınlaştırabilmeliyiz. İnsanı kazanabilmeyi, malı bereketlendirebilmeyi, sözü azaltabilmeyi, hızı yavaşlatabilmeyi, sesi alçaltabilmeyi, çevreyi zenginleştirebilmeyi, hayra çağırabilmeyi, iyiliği yayabilmeyi, kötülüğü engelleyebilmeyi, örnek olabilmeyi, temiz kalabilmeyi, temiz ölebilmeyi gerçekleştirmeliyiz. 

Teşekkür ediyorum.


Ayhan Ogan
Hocam, biz de teşekkür ediyoruz. Tabii vakit daraldı, hava sıcak. Sorular veya aklınıza takılan bölümler varsa yazılı ve sözlü olarak alabiliriz. Sizlerin katkıları, yorumları varsa onları da alabiliriz.

SORULAR VE CEVAPLAR

Sorular

Soru 1:
Selamünaleyküm. Çok fazla demokrasi vurgusu yaptınız. Ben şunu sormak istiyorum: Kendi dilimizi konuşmaktan bahsediyoruz ama demokrasiyi biz kullanırken kapitalizme ya da modernizme karşı nasıl söz söyleyebiliriz? Çünkü bunlar birbirinden ayrı şeyler değil. Yani bu dün de konuşulan; “Batının teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım”a benziyor. Böyle bir şey mümkün değil. Yani biz demokrasiyi aldıktan sonra modernizm ve kapitalizmi reddedemeyiz. Zaten bugün demokrasinin bütün dünyada yayılmaya çalışılmasının sebebi de bu. Yani kapitalizmin daha kolay yerleştirilmesi, daha kolay hayat bulabilmesi için. Bu açıdan alternatif bir sistem kurgulamaya çalışmak daha doğru değil mi? Demokrasiyi savunmak ne kadar bizi kendi dilimize bağlı kılabilir?

Soru 2: 
Mehmet Bey devletsizlikten bahsetti. Eğer devlet otoriteyse devletsizliği reel politik açıdan değerlendirirsek insanları nasıl yöneteceksiniz? Bu nasıl gerçekleşir? Teşekkür ediyorum.

Soru 3: 
Devletsizleşme sürecinde bireyin ciddi bir eğitim sorunu var mı? Ya da o topraklarda, o bölgede bireylerin ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir mi? Eğitimsizlik bireyselleşmenin ve devletselleşmenin önünde bir engel midir?

Soru 4:
Mehmet Uçum Bey’e sormak istiyorum. Topluma dayanan iradenin ürettiği hukuk sistemi meşrudur dedi. Kürtlerin, Alevilerin, Müslümanların yaşadığı bir toplumda hukuk sisteminin herkese özgürlüğünün hakkını vermesi gerekir ama örneğin Müslümanların azınlık olduğu bir toplumda eğer toplumsal irade demokrasiye dayanıyorsa, çoğunluğun da Müslümanların bu anlamda hakkını hukukunu vermemesi gibi bir şey olamaz. Burada demokrasi toplumsal iradeyi o anlamda ifade ediyorsa yanlış bir şey olmaz mı? Değilse toplum iradesi neye dayanıyor? Teşekkür ederim.

Soru 5:
Öncelikle konuşmalarınız için teşekkür ederim. Bizim fazla müdahil olamadığımız ama bizim üzerimizde gerçekleşen ve bu kadar hızlı değişen dünya içerisinde özellikle iki hocamızın da ifade ettiği gerçekten de çok değerli olan, çok da tartışılması gereken bu konuları nasıl olur da gündemimize hızlı bir şekilde alır ve toplumun bunu kabul etmesi açısından bir yöntem izleyebiliriz?

Soru 6:
Mehmet Uçum hocama soru sormak için koşa koşa geldim. Belki arkadaşlar da sormuş olabilirler. Mehmet Hocam disiplin toplumundan ve denetim toplumundan bahsetti. Ve bir de son aşama olarak özgürlük toplumundan bahsetti. İnsanın istekleri sınırsızdır. Bu özgürlük toplumunda sınırsız istekleri olan insanların bu isteklerinin yerine gelmesi ve bütün taleplerinin karşılanması mümkün müdür? Bunun bir sınırı var mıdır, yok mudur? Bu konu hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum. Teşekkür ederim.


Cevaplar

Veli Karataş

Demokrasiyle ilgili tartışmaları, hele hele günümüzde “demokrasinin belki de katledildiği” bir zaman diliminde konuşmak gerçekten zor. Müslümanların günümüzde demokrasiyle kurması gereken ilişkiyi felsefi, kavramsal boyutuyla yani tartışma zemininde ele almanın çok isabetli olmadığını düşünüyorum. Öncelikle buradan başlayalım. (Bunu tartışmayalım demiyorum. Felsefi düzlemde tartışıldığında çok farklı sonuçlara da varılabilir. Nitekim hem batıda hem de İslam dünyasında çok derin demokrasi eleştirileri de yapılmaktadır.)

Yani denklemi İslam ve demokrasi şeklinde kurduğumuzda ciddi manada sıkıntılarla karşılaşırız. Ama denklemi Müslümanlar ve demokrasi şeklinde kurduğumuzda zannediyorum daha kolay adım atmamızı sağlayacak bir takım tercihlerde bulunmak mümkün.

Arkadaşımızın sorusu; demokrasimizi kapitalizmden, modernizmden, sekülerizmden vs. den bağımsız değerlendirebilir miyiz, bu mümkün mü? Kavramsal düzlemde evet mümkün değil. Çünkü o bahsetmiş olduğunuz hümanizmdir, rasyonalizmdir, sekülerizmdir. Bunları çektiğinizde demokrasi diye bir şeyden zaten bahsedemezsiniz. Çünkü demokrasiye ruhunu üfleyen, demokrasiyi demokrasi kılan şeyler bunlardır.

Ama “başka bir demokrasi mümkün mü” şeklinde soru sormamız da bence mümkün. Hatta Hocamdan (Hayrettin Karaman) ve Hocamın yazılarından cesaret alarak ben mümkün olacağını düşünüyorum.  İçerisine ruh olarak adalet üflenen, şura üflenen, emniyet üflenen, ehliyet üflenen, hakkaniyet üflenen, “emr-i bil ma’ruf, nehy anil münker” üflenen, tevhid üflenen, ahirete iman üflenen bir siyasal sistem, bir demokrasi mümkün olabilir mi? Belki de -durumsallıktan hareketle söylüyorum bunu çünkü birincisinde de denklemi o şekilde kurmamız gerektiğini söyledim- Müslümanlar Suudi Arabistan’da veya körfez ülkelerinde, yani şu an diktatör dediğimiz, petro-dolar şeyhleri dediğimiz insanların olduğu ortamda tabi ki demokrasi demek zorunda. Çünkü o durum onu gerektiriyor. Tunus’daki diktatöre karşı, Libya’daki diktatöre karşı bunu bu şekilde söylemek durumunda. Siz orada demokrasi eşittir küfür, demokrasi eşittir şirk denklemini kurarsanız -ki geçmişte İslam dünyasında pek çok düşünür bu denklemi kurdu- yanlış yaparsınız. Mesela Mısır’da İhvan örneği de buraya dahil edilebilir. Bir takım metinlerine baktığımızda İhvan’ın da geçmişinde “demokrasiye inanmama” diyebileceğimiz durumla karşılaşırız. Kaldı ki kanaatimce bu kavramın inanmak veya inanmamak bağlamında kesinlikle kullanılmaması gerekiyor. Çünkü rahmetli Şakir Kocabaş Hocanın “İfadelerin Gramatik Ayrımı” başlıklı son derece güzel bir çalışması var. “Ben demokrasiye inanıyorum” veya “inanmıyorum” ifadesi aslında anlamsız bir ifade çünkü demokrasi inanılacak veya reddedilecek bir şey değil. Demokrasi sistem itibariyle tercih edilebilecek veya reddedilebilecek bir şey. Kabul edersiniz, onun içini kendi kavramlarınızla doldurursunuz, onun içeriğine kendiniz müdahil olursunuz ki bu her zaman mümkün olmayabilir. Bazen gücünüzle bazen de durumunuzla doğru orantılıdır. Mesela Türkiye gibi bir ülkede böylesi bir süreç işletilebiliyor ve başarıya ulaşabiliyorsa “yok canım biz bunu uygulamayız” veya “istemeyiz” mi diyeceksiniz, diyebilir misiniz? Deme şansınız var mı? Yok. Şu an bu yaşanan kötü örneğine bakarak “tamam artık ya biz test ettik, onayladık böyle bir şey bize uymuyormuş. Bu da anlaşıldı” mı diyeceğiz. Hayır. Hayat devam edecek ve biz onun içeriğini kendi ilkelerimiz çerçevesinde, kendi temel değerlerimiz çerçevesinde büyük ölçüde değiştirmeye, dönüştürmeye gayret edeceğiz. Onun için eskilerin ifadesiyle “meseleyi vaz etmek” çok önemli. Nasıl vaz ettiğiniz, sonuçları itibariyle ulaşacağınız neticeleri büyük ölçüde belirler, şekillendirir. Soruyu doğru sormak gerekiyor. “İslam’da demokrasi var mı?” sorusu yanlış bir soru bana göre. “İslamda Tasavvuf var mı” sorusu da. Öncelikle bunları bir tanımlamak lazım. İslam dediğimizde, demokrasi dediğimizde, tasavvuf dediğimizde ne anlıyoruz. Bunları netleştirmeden bu konular üzerinde hele hele slogan düzeyinde; küfürdür, şirktir, İslam'a uymaz, İslam'a aykırıdır vs. şeklinde ifade etmenin çok isabetli olmadığını düşünüyorum.
Devletle ilgili konuşabiliriz ama Mehmet Bey’in konuşmasından sonra devam edelim bence.

Ayhan Ogan

Birkaç sene önce bu konuda bir yazı yazmıştım. Bizim sitede de yayınlandı. Müslümanların demokrasisi diye girdiğiniz zaman çıkıyor. Bu konuda hocam temel ölçütü koydu aslında. İslam ve demokrasiyi karşılaştırmak birbiriyle hiç tartılamayacak, ölçülemeyecek şeyleri karşılaştırmak manasına gelir. Bu bir yönetim şeklidir, yönetim şekli anlaşıyıdır. Bunun tek sahibi, bu yönetim şeklini olgunlaştırmış olan Batı değildir. Bütün insanlığın tarihsel tecrübesi de bunun içerisindedir. Belki hocam sunumunda da bu konulara girecektir. Yani Müslümanların demokrasi anlayışı olabilir, olması gerekir. Bizim ilke bazlı, toplumsal iradeye dayanan, değerlere dayanan siyaset anlayışı dediğimiz aslında buna işaret eden bir yönetim biçimidir, yönetim anlayışıdır. Mısır’da yapılan demokrasiden dolayı başımıza gelmiş değildir. Demokrasinin kesintisinden, bize demokrasinin oryantalist batı tarafından çok görülmesinden dolayı başımıza gelmiştir. Yani bu halka yönetimlerin teslim edilmemesi gerektiği anlayışından dolayı yaşanmıştır. Bu bizim tek çıkar yolumuz, toplumsal dayanağımız, toplumsal gücümüz, toplumsal meşruiyetimizdir. Biz bu güç merkezlerini ancak geniş toplum kesimleriyle kuşatarak dağıtabiliriz, sıkıştırabiliriz, yıkabiliriz. Bunu unutmamak lazım. Demokrasi bizim tek çıkış yolumuzdur. Bunun adına demokrasi yerine başka bir şey de diyebilirsiniz. Ama halka dayalı, seçimle gelenin seçimle gittiği, herkesin, her ferdin ve her zümrenin hukuk karşısında eşit olduğu bir yönetim anlayışını tesis etmek durumundayız. Adına ne derseniz diyin. Bugün Batı bunu İslam dünyasına yaptırtmak istemiyor ama bizim tek çıkış yolumuz budur. Fazla uzatmak istemiyorum. Bu yazıyı da internetten bulup okursanız veya arkadaşlarımın çıkartıp dağıtma imkanı olursa faydası olacağı kanaatindeyim.

Mehmet Uçum

Şimdi genç arkadaşımızın sorusuna dönelim. Buna halkın yönetimi ya da başka bir şey deyin ama şuna dikkat etmek lazım: Haddime değil ama dinsel değerler üzerinden düşündüğünüzde bir aşkınlık, bir zamansızlık kavramı üzerinden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta siyasal ve iktisadi sistem biçimleri geçicidir. Kalkıp İslam “feodal iktisadi” düzene daha çok uyar tezini mi savunacaksınız? İnanmak bana göre biraz da zamandan ari olarak değerler üzerinden, aşkınlık üzerinden bakmak gibi bir şey. Elbette bu inanç değerlerinin de siyasal, kültürel, iktisadi alanda karşılığı olacak. Veli’nin çok güzel ifade ettiği gibi; bu değerlerden, örneğin; adalet değeri üzerinden biz bireysel ve sosyal bir etki sağlayacak siyasal toplum üretebilmeliyiz. Şura kavramı üzerinden tüm süreçlerin ilgilisinin içinde olduğu, karar alma süreciyle yönetildiği yapılar kurabilir miyiz? Belki oradaki değerleri yönetmekle alakalı süreçlerde mekanizmaları referans yapabiliriz. Ama genel ve kavramsal olarak İslama feodalizim, kapitalizm, sosyalizm, ilkel komünal toplum ilişkisi içerisinde bakmak, bütün dinsel değerler açısından söylüyorum, dinsel değerleri olduğu yerden aşağı indirmektir. İnancımla alakalı olarak benim bakış açım böyle.

Veli Karataş

Mehmet Bey özür dilerim. Burada bir cümlelik katkı yapmak istiyorum. İslam ve … şeklinde yapacağınız bütün kavramsallaştırmalar ciddi manada tahlil edilmeden çok da kullanılmamalıdır. Mesela İslam ve bilim, İslam ve demokrasi, İslam ve kapitalizm, İslam ve kadın, İslam ve şu ya da bu… ne kadar üretirseniz üretin. O “ve” bağlacı üzerinden bütün dünya değişebiliyor. Bazen o “ve” yi kaldırabilmek gerekiyor.  Belki bunu da uzunca konuşmak gerekiyor.

Ayhan Ogan

Başlığı da belki bu yönüyle değerlendirmek lazım. Yönetim biçimleri dinin içerisinde ufak bir cüzü teşkil eder, öyle değil mi hocam? (Hayrettin Karaman Hoca’ya). Din daha teşekküllü, daha tevhidi bir bakışı, mütekamil bir bakışı gerektirir. Yönetim biçimleri insanların, o bölgenin tarihselliği, kültürü, sosyal yapısı dikkate alınarak, o bölgede yaşayan insanlara bırakılmış ve en kuşatıcı, en geniş şekliyle değerlendirilebilecek birşeydir.

Mehmet Uçum

Bu konuda şunu söyleyeyim: İnanç değerlerinin sözünü ettiğim, hayalini kurduğum değer siyasetine geçmek bakımından çok önemli referanslar olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla inanç değerleriyle gündelik hayat ve siyaset arasında böyle bağlantılar kurmanın anlamı olduğunu, siyaset üretmenin temel referanslarından birisinin de inanç değerleri olması gerektiğini söylüyorum. Çünkü rasyonalizmin ürettiği kibirli, dışlayıcı, üstenci, hiyerarşik siyasal kültüre karşı inanç değerlerinin çok önemli bir çözüm imkanı sunduğunu düşünüyorum. O yüzden yaptığım vurgu çok fazla demokrasi vurgusu değildi. Bunun içerisinde adı demokrasi olan siyasal rejimlerin çok radikal bir eleştirisiydi. O yüzden dikkat ederseniz sonuç kısmında birey esaslı demokrasi dedim.  Yoksa disiplin ve denetim toplumları da hala kendilerini demokrasi diye takdim ediyorlar. Ve onlara ilişkin sorunların ne olduğunu anlatmaya çalıştım.  Devletsiz bir siyasal toplum hayal edemediğimiz için “aa devlet gitti, güvencelerden yoksun kaldık” algısı yaratılabilir. Çok net söyledim. Yönetmek ihtiyaçtır. Arkadaşın sorusu şöyle; eğer devlet algısı olmazsa insanları nasıl yönetebileceğiz? Ben de dedim ki; zaten esas problem bu. İnsan yönetilmez arkadaşlar. İnsanı yönettiğini iddia edenlerin tamamı insanı baskılıyorlar. İnsanın kendini ifade etmesini sınırlıyorlar. İnsanı baskılamak, onu yönetmek olarak algılanıyor. İnsanı yönetmek mümkün değil. İnsanın doğasına yabancıdır yönetmek. Ama insan ihtiyaçlarına uygun olarak bir takım işler yapılır. Bu işler, bu süreçler yönetilir. Elbette bu süreçte insanlar birlikte hareket edebilir. Bunlar koordine edilir. Bunlar paralel olarak yürütülür. Dolayısıyla zaten devlet olmayınca insanı nasıl yöneteceğiz kavramı bir arada olacak şeyler değil. Buradaki asıl mesele insanı yönetme anlayışından vazgeçmektir. Yönetme kültürünü değiştirmektir. Siz çocuklarınızı yönettiğinizi mi zannediyorsunuz? Çocuklarınızı sınırlandırıyorsunuz. Çocuklarınızla ilişkiniz ya disiplin ilişkisi ya da yönetim ilişkisidir. Devletin toplumlarla ilişkisi gibidir. Ya izin üzerine kuruyorsunuz çocuklarınızla ilişkiyi ya da bildirim üzerine kuruyorsunuz. Ama onları yönettiğinizi mi zannediyorsunuz? Hayır. Onları belirlemeye çalışıyorsunuz. Buradaki mesele o işte. Onları belirlemeden, onların ihtiyaçlarına uygun bir tutum sergileyerek, aynı zamanda onların değer geliştirmesini sağlayacak bir süreç yönetimine ihtiyaç var. Dolayısıyla baskılamamaya ihtiyaç var. Benim devletle yurttaş arasındaki ilişkinin değişmesi gerekir dediğim şey budur. Bu ülkede hiçbir iktidar odağı artık o insanı yönetiyorum anlayışında olmamalıdır. Günümüzün ihtiyacı budur. Bu hayal gerçek olursa, devletsiz yönetimlerde insan yönetmek gibi bir ihtiyaç olmadığından bu sorunu da yaşamayacağız.

Eğitim meselesine gelince; insan bilge doğar, cahil ölür diye bir söz vardır eğitim sürecinden geçtikten sonra. Hangi eğitimden söz ediyoruz, modern eğitimden mi? İnsanın eğitilmiş olması insana bilgelik kazandırıyor mu acaba? Şimdi; mevcut milli eğitim sistemine baktığımızda, bana göre okumuş cahiller, üstenciler üretiyor diye düşünüyorum. O eğitimin bir çok insanı aydınlatmadığını düşünüyorum. Öyle bir eğitimden geçmenin demokrasi sistemine bir faydası olduğunu gördünüz mü Türkiye’de? Ya da Türkiye’deki üniversitelerin hali… En son 14 tane üniversite gezdik Doğu Anadoluda. Halen de görüyoruz ve biliyoruz ki eğitim seviyesi yükseldikçe seçkinci politik tutum artıyor. Üniversite mezunlarının en fazla güvendikleri kurum ordu oluyor, en fazla destekledikleri kurum devlet oluyor. 2012 de yapılan araştırmada yargıçların ve savcıların yüzde 75’i “devletle vatandaşın çıkarı karşı karşıya geldiğinde kimi tercih edersiniz” sorusuna devlet diyor. Hangi eğitimden söz ediyoruz? Ben insanın sağduyu çerçevesinde, ihtiyaçlarına uygun, taleplerinin çok daha rasyonel, çok daha kavrayıcı olduğuna inanan bir insanım. O yüzden Anadolu’nun düşük seviyeli eğitim profile, sağduyu açısından Ankara’nın ilerisinde. Bunu hep beraber görüyoruz. Dolayısıyla elbette eğitim anlayışı da değiştirilmelidir. Şu anda eğitim seviyesinin düşüklüğü daha ileri demokratik uygulamalara engel değildir. Bunun aksini söyleyen seçkincilerdir, üstencilerdir, faşistlerdir. Yani “henüz halkın seviyesi daha ileri demokrasi için yetmiyor”, “çobanın oyuyla benim oyum bir mi olacak” anlayışıdır. Vatandaşla halk arasında ayrım yapan anlayıştır. Yani bu çiftlik balıklarının deniz balıklarına söylediği laftır. Çiftlik balıklarını biliyorsunuz: Beyaz Türkler. Can Paker söyledi “bizi çiftlikte yetiştirdiler”, biz kendi yemimizi bulamadık, bizi yemlediler. Ama deniz balıkları kendi yemini bulmak zorundadır. O yüzden şimdi o çiftlik balıkları -beyaz türkler- sudan çıkmış balık gibiler. Dolayısıyla bu eğitim meselesini çok abartmamak, çok fetişleştirmemek lazım.
“Müslümanların azınlıkta olduğu toplumlarda toplumsal irade Müslümanların aleyhine uygulama yaparsa meşruiyet nerede olacaktır?” soru böyle. Bakın arkadaşlar. Toplumsal meşruiyet meselesinde zaten bir taban var. Ölçüsü şu; kendini ifade etmeyi engelleyecek hiçbir siyasal toplum meşru değildir. İsterse çoğunluğa dayansın. Bakın buradaki kritik nokta odur. İnsanın kendini ifade etmesini engelleyecek hiçbir siyasal sistem, hiçbir devlet, hiçbir hukuk meşru değildir. İnsanın kendini ifade etmesi; diliyle, diniyle, yaşam tarzıyla her türlü ifade etmedir. Zaten bir siyasal sistemin asgarisi budur. Kendini ifade etme hakkını güvence altına almaktır. Onun ötesindeki yönetme süreçlerinde elbette bir toplumsal iradenin meşrulaştırma süreci gündeme gelecektir. Türkiye’de yüzde 98 müslüman yaşıyor. Ermenilerin bütün inanç değerlerinin yasaklanmasına yönelik bu yüzde 98 bir irade ortaya koysa bu meşru olur mu? Aynı şeydir yani. Dolayısıyla kendini ifade etme üzerinden, isterse bir milyar insan bile karşı pozisyon alsın, herhangi bir meşru irade çıkamaz. Temel koşul odur. İster temel referanslar üzerinden bakın, ister insanın doğası üzerinden bakın insanın kendini ifade etmesinin önüne hiçbir engel koyamazsınız. Bunu da hiçbir meşruiyetle açıklayamazsınız. 

Dolayısıyla toplumsal iradeye dayalı toplum ve birey merkezli demokraside ifade etme hakkı tartışma konusu olamaz. O yüzden Türkiye’de Kürtlerin durumu, baş örtülülerin durumu, azınlıkların durumu tartışmaları utanç meselesidir. İnsanların kendini ifade etme hakkını sınırlıyorlar, sonra da o hakkı tanıyalım mı tanımayalım mı diye çıkar siyaseti üzerinden tutum alıyorlar.
Buradan arkadaşın sorusuna geliyorum. Evet, Kürtlere ilişkin mesele budur. Bugün Kürtlerin ana dilde yaşama hakkının önündeki engeller çıkar siyasetinin sonucudur. Eğer değer siyaseti olsa biz ana dilde yaşama hakkını tartışıyor olur muyuz? Değer siyaseti nasıl etkili olur? Çok zor bir şey tabi bu. Ancak bunun etkili olması şuradan geçiyor: Öncelikle siyasal sistemi, aygıtttan araca dönüştürmekten geçiyor. Buna ilişkin bazı politik tutumlar var, geliştiriliyor. Türkiye’nin dış politikasını başkaları istedikleri gibi okusunlar ama ben değer siyaseti üzerinden okuduğumda Mısır’da ve Suriye’de yapılanlara karşı duruşu değer siyaseti açısından çok anlamlı buluyorum. İçerden ve dışardan dış politikada “reel durumu gözetmiyorsun” , “Müslüman ülkelerle de ilişkileri bozuyorsun” , “batıyla da ilişkilerimizi bozuyorsun” , “Obama’yla da ilişkilerimizi bozdun” şeklinde değil mi eleştiriler? Ama bana göre değer siyaseti açısından son derece parlak, önemli bir örnektir. Katliama karşı çıkıyor, halkın yönetiminden yana tavır alıyor, insanı esas alan bir politika yürütmeye çalışıyor. Değer siyaseti önderlikler yapılarak hayata geçirilebilir. Ama en önemlisi toplumun siyasi tercih yaptığında değer siyasetini öncelemesinden geçiyor. Yani bireyin öncelikle Veli Hocanın anlattıkları çerçevesinde bir siyaset ilişkisi kurmasından geçiyor. Bazıları inanç değerlerine gore, bazıları başka değerlere göre.

Veli Karataş

Ona bir cümlelik bir ilave yapabilir miyim Mehmet Hocam? Şimdi bununla ilgili ben biraz hızlı geçmek durumunda kaldığım için orada dinin özü diye ifade edebileceğimiz, yani değer siyasetini gerçekten değerli kılabilecek ve yaşamsallaştırabilecek, hayata aktarabilecek elbette en önemli şey Hz. Peygamberin “din samimiyettir” ifadesidir. Tabi onu o şekilde anlamlandırırsak. Özü itibariyle Türkçeye de böyle çevrilmesi gerekir diye düşünüyorum. Din samimiyettir, dürüstlüktür. Günümüzde Müslümanların, dindarların değer siyaseti üzerinden insanlara bir şeyler sunabilmek için üzerlerindeki en büyük vecibe, en büyük vazife, en büyük sorumluluk güzel temsil ve temiz kalmaktır. Müslümanların temiz kalma, dini yaşama ve temsil sınavını başarmaları gerekiyor.
Bu güzel temsil meselesini Yasin Ceylan Hoca’dan bir alıntıyla bitireyim: “Diyalektik propaganda döneminin kapandığı bir dönemde, din adına en güçlü savunma, en inandırıcı argüman ahlâkî erdemlere uygun yaşamdır. Bu şarttan yoksun Müslümanın inançları anlam kazanmaz. Bunlar gereksiz metafizik bir varsayımdan ibarettir. “Benim inançlarım işte budur, benim teorik görüşlerim şunlardır” diye insanlara söz etmeye hakkı da yoktur. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi inançların mantıksal veya akılsal kanıtlanması mümkün değildir. İnanç sistemlerinin en kesin kanıtları, bu sistemleri benimseyen fertlerin etik eylemlerinde ortaya çıkar.”

Not: 20-25 AĞUSTOS 2013 TARİHLİ ANADOLU PLATFORMU KUZULUK BULUŞMALARI 


Sunulan tebliğ ve oturumda sorulan sorulara verilen cevaplar paylaşılmıştır.