ANADOLU PLATFORMU KUZULUK BULUŞMALARI 20-25 AĞUSTOS
2013
AYHAN OGAN - MEHMET UÇUM – VELİ KARATAŞ
Moderatör: Ayhan Ogan
21. Yüzyıl Siyasal Sistem İhtiyacı ve
Türkiye’nin Yeri-Mehmet Uçum
21. Yüzyıl İhtiyaçlarına Dini Değerler
Açısından Bir Bakış-Veli Karataş
Veli Karataş
Ben de teşekkür ederek
başlamak istiyorum. Ayhan Bey’in tespitleri ve Mehmet Bey’in sunumuyla bir
bağlantı kurduktan sonra kendi sunumuma geçiş yapmak istiyorum. Bu geçiş
bağlantısı için bir metne atıfta bulunmak istiyorum. Şu an Dışişleri Bakanı
olarak görev yapan Ahmet Davutoğlu Hoca’nın 1998’de kaleme aldığı bir metin.
“Uluslararası İlişkilerdeki Gerilim Alanları ve 21. Yüzyıl İle İlgili
Projeksiyonlar” başlığını taşıyor bu metin.
Öncelikle 5 tanesi
politikayla ilgili 4 tanesi de felsefi perspektifle ilgili 9 tane gerilim
noktası tespit ediyor. Ve
önümüzdeki süreci bu gerilim noktaları şekillendirecek, diyor. Aktörlerin; küresel aktörlerin, bölgesel
aktörlerin bu gerilim noktalarını nasıl çözebileceğine veya çözemiyeceğine
ilişkin değerlendirmeler içeren bir makale. Uluslararası hukukla politika
arasında bir gerilim var diyor. Mehmet Bey değindi. Mesela şu an BM'nin hukuku
ve dünya sistemi içerisindeki konumu çok rahat bir şekilde tartışmaya açılmış
durumda. Meşruiyeti çok rahat bir şekilde sorgulanabiliyor. Bu önümüzdeki
süreçte yeni arayışları doğal olarak beraberinde getirecek. BM sorgulanacak,
yargılanacak belki mahkum edilecek veya daha iyi bir sisteme geçiş için belki
bir basamak olarak kullanılacak.
Ortak güvenlik sistemi ve güçler dengesi,
küresel ekonomi, politik rekabet, bölgesel askeri-stratejik gerilim alanları da
makalede değinilen konulardan.
Küreselleşme felsefi anlamda da üzerinde çokça
durulması gereken bir başlık. Burada da gerilim noktalarını oluşturan
unsurlardan biri olarak değerlendiriliyor. Yani bir yandan küreselleşme
yaşıyoruz, diğer taraftan bölgesel, yerel veya ulusal çıkarlar arasındaki
gerilimleri. Dünya sistemi veya dünya finans sistemi diye ifade edilen sistem
bir takım tercihlerde bulunuyor ve bu tercihler bizi doğal olarak etkiliyor.
Bilgi çağı, bilgi istismarı, enformatik körlük
veya Nabi Avcı üstadın ifadesiyle enformatik cehalet dediğimiz bir durum söz
konusu. Hani bir taraftan bilgi toplumu dediğimiz öbür taraftan bilgi ile
boğulan ve hiç bir şeyi bilmeyen, bilginin yalınlığından, sadeliğinden, aydınlatıcılığından,
hidayete erdiriciliğinden uzak tamamen dezenformasyonla çürütülmüş, manipüle
edilmiş, zihinler, beyinler var. Böyle bir gerilim noktası var bunu da iyi
yönetebilmek gerekecek.
En önemlilerinden birisi felsefi olarak batı
düşünürlerinin özellikle altını çizdiği tarihin sonu söylemi. Tarih sona mı
eriyor, yoksa yeniden ivme mi kazanıyor? Tarihin kırılma anı diyebileceğimiz
noktaların birinde mi bulunuyoruz?
Bu çerçevede bunların hepsini 21.yüzyıl
projeksiyonu çerçevesinde ele almamız gerekiyor. Bizim özellikle İslam
düşüncesi ekseninde insanlığa farklı katkılar sunmamız gerekiyor. Bunu daha da
genelliştirecek olursak Hristiyanlığın da doğu dinlerinin de özelikle Budizmin
de bu konuda değerler çerçevesinde insanlığa farklı katkılarının olabileceğini,
olması gerektiğini en azından temenni boyutuyla ifade etmek isterim.
Bu uzun girişten sonra dinler 21.yüzyıla
değerler açısından ne sunabilir, ne verebilir? Özellikle İslam dinini, benim
okuyabildiğim, görebildiğim kadarıyla düşünce boyutuyla, en güzel şekilde ifade
edebileceğimiz şey kavramlardır veya değerlerdir. Bu çerçevede bunlar üzerinde
tefekkür edilmesi ve 21 yüzyıla ilişkin söylemlerimizin bu kavramlar ekseninde
geliştirilmesi temennisiyle konulara gireceğim.
Bu
dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için geçmişten günümüze insanlık nelerden
istifade etmiş, biz nelerden istifade edebiliriz? Burada temel yaklaşımım şu:
Dinler insanlığa çözüm önermiş. Dinin karşısına çıkarılan felsefe, bilim, sanat
vb. alanlar ise çözümleme yapmış. Felsefenin temeli bu anlamda çözümleme,
temellendirme, aklileştirme, rasyonalleştirme, tutarlılık ilişkisini,
kapsamlılık ilişkisini ortaya koymak. Bu boyutuyla insanlığın ortak tecrübeleri
olarak felsefenin, bilimin, sanatın şimdiye kadar bize ne önerdiği ortada. Özellikle
son 500 yıllık dönemi göz önüne aldığımızda dinden bağımsız ve hatta din
karşıtı olarak gelişmiş bilimin, felsefenin, sanatın ürünleriyle muhatabız
günümüzde. Bu serüveni özelikle modern dönem diye ifade etti Ayhan Bey. Evet,
ona şimdi postmodern dönem ilave ediliyor. İnsanlık felsefe, bilim, sanat
üzerinden neleri tespit etti ve hangi noktaya geldi? Hepsinin kaynağı konumunda
olan din öteden beri ne söyledi insanlığa? Nihayetinde onlar kendilerini her ne
kadar müstakil olarak konumlandırmış olsalar da, her ne kadar redd-i miras
eyleseler de, belki isyan etseler de, evden kaçsalar da din hepsinin pederi
konumunda, hepsinin babası konumunda. Sanatı, bilimi, felsefeyi dinden bağımsız
olarak ve dini de genel anlamda kavram olarak vahyiden ve nübüvvetten bağımsız
olarak değerlendirmemiz aslında mümkün değildir.
İnsanlık öteden beri din eksenli bir seyrisüluk
doğrultusunda ve onun karşıtı olarak kendisini konumlandıran bazen akıl
denilen, bazen felsefe denilen, bazen bilim olarak ifade edilen farklı bir
serüven çerçevesinde süregeldi. İki ana akım, iki ana mecra diyebiliriz.
Bu anlamda modern batı düşüncesinin serüvenine
baktığımız zaman bir bakıma kutsaldan arındırma da diyebileceğimiz rönesans ve
reform hareketleriyle başlatılır genelde. Benim tespitlerim çerçevesinde modern
batı düşüncesinin merkezinde ana kavram olarak hümanizm kavramı var ve biz
çoğunlukla bu kavramı ıskalıyoruz. Hatta hümanizmi bazen olumlu çağrışımlarla
anıyor, büyük düşünürlerimize -Hz. Mevlana Hz. Yunus'a- hümanist insanlar
diyebiliyoruz. Oysaki şu anda eleştirdiğimiz, şu anda bize cehennemi hayatı
yaşatan sürecin merkezinde, odağında hümanizm kavramı yatıyor. Çünkü oradaki
hümanizm birilerinin bize öğretmeye çalıştığı söylemeye çalıştığı gibi
insancıllık falan değil insanperestlik, insanı merkeze alan, her şeyi insana
göre şekillendiren, her şeyi insan ekseninde döndürmeye çalışan bir bakış açısı.
İnsanı, Tanrı’dan ve kutsaldan bağımsız değerlendirme çabası.
Bu süreçte rönesans ve reformla birlikte öne
çıkan kavramlardan biri de deizm. Deizmi bir cümleyle ifade edecek olursak
-yanlış anlaşılmam inşallah- Tanrıyı tatile göndermek demek. Tanrıyı aleme ve
evrene müdahale ettirmemek. Sen bizim işimize karışma demek. İsimlerini,
sıfatlarını iptal etmek.
Modern batıyı şekillendiren kavramlara devam
edecek olursak: aydınlanma süreci, rasyonalizm, progressivizm gibi kavramlar
çıkar karşımıza. Çevrimsel tarih anlayışından ayrılmayı, düz-doğrusal ilerleyen
ve her gelecek günün geçen günden daha iyi olacağı felsefesine oturan bir bakış
açısı progressivizm. Arkasından 19 yüzyıl pozitivizmi ve pozitivist paradigma. Bu
paradigma, bütün dünyayı etkisi altına almış ve günümüz itibarıyla hala
üniversitelerimiz, eğitim sistemimiz büyük ölçüde bu paradigmanın etkisi
altında. Ama elhamdullillah kurtulma ve onu artık tarihin çöp sepetine atma
süreçlerini de Rabbimiz bize gösteriyor. Onlar dini tarihin çöp sepetine atmak
üzere yola çıkmıştı şimdi de inşallah o pozitivizm tarihin çöp sepetine atılmış
olacak. Bu paradigmanın sonuçları ise: materyalizm, anarşizm, nihilizm, ateizm
ve hedonizm. Bunların hepsi üzerine belki çok konuşmak gerekiyor ama ana
hatlarıyla modern batının gelmiş olduğu nokta budur. Bu serüvenin 20.yüzyılda
artık dünya savaşları diye ifade edilen savaşlarla birlikte insanlığı getirdiği
nokta; dibe vurmuşluk ve bundan sonra postmodern felsefenin ve arayışların
başlaması. Şu an insanlar -bütün insanlığı kastederek söylüyorum- bir şeylerin
arayışında ve pek çok şey belirsiz durumda. Zaten postmodernizm şu üç kavramla
özetlenebilir: eleştiri, belirsizlik, arayış.
Mehmet Bey’in de ifade ettiği gibi 21 yüzyıl
için yeni bir siyasal sisteme ihtiyacımız var. Kavramlar üzerinden bir kaç
saptama yapıp, sonrasında biz bu dünyaya, yani 21. yüzyıla dini değerler
açısından neler verebiliriz bunları sunacağım.
İnsanlık bu serüvende nereden nereye geldi?
Felsefe tarihlerine baktığımızda genellikle ilkçağ vardır, ortaçağ vardır,
modern dönem vardır ve şimdiki çağdaş dönem dedikleri veya postmodern dedikleri
dönem. Ortaçağ ve ilkçağ boyunca var olan bütün insanlığa bir şekilde etkide
bulunmuş temel tasavvurlar büyük ölçüde modern dönemle birlikte değiştirildi,
başkalaştırıldı, dönüştürüldü. Bunları şu kavramalarla ifade ediyoruz. Felsefi
dille söyleyecek olursak: teleolojiden mekanizme bir evrilme yaşandı. Bütün kainat
bilinçli anlamsallık içerisinde, bir nihayi gaye doğrultusunda okunuyordu,
anlaşılmaya çalışılıyordu ama bir noktadan sonra ondan bu anlamlılık boyutu
çekildi ve mekanistik bir evren tasavvuruna geçilmiş oldu. Kutsal olandan
profan olana doğru bir evrilme yaşandı. Ezel ebet çizgisinden sekülerizme ve
dünyevileşmeye doğru bir evrim yaşandı. Biraz önce söylediğim hümanizm
kavramıyla ilahi olanın yerine insanın kendisi ikame edilmek istendi. Yine,
ifade olarak hoş gelmeyebilir, Tanrı tatile gönderildikten sonra onun yerine
insan konulmuş oldu. Bir diğer unsur; ahiret devre dışı bırakıldı, her şey
dünyaya endeksli hale getirildi. Modern kavramı büyük ölçüde zamanla ilgilidir.
Yani; şimdi, burada olanı ifade eder, geçmiş ve gelecek büyük ölçüde ıskalanmış
olur. Yine keşiften tahakküme bir geçiş yaşandı. Özellikle Francis Bacon’la
birlikte 17. yüzyılda “bilgi güçtür ve o gücü kontrol edebilmek anlamında
kainat üzerinde bir tahakküm oluşturulmalı” denildi. Kainatın gizemini keşfetme
anlayışı yerine kainatta her türlü tasarrufa kendisini yetkili görme, onu her
türlü şekillendirme, yönetme, yönlendirme ve nesneleştirme anlayışı hakim oldu.
Haktan güce doğru bir savrulma, anlamlı bütünsellikten absürt bir tekilleşmeye
doğru bir evrilme yaşatıldı.
Peki bu durum tersine çevrilebilir mi? Şayet
mümkünse nasıl olabilir? Bu sorulara ilişkin kavramsal düzeyde bir takım
öneriler sıraladıktan sonra, dindar insanlar dini değerler üzerinden ne
söyleyebilir konusuna açıklık getirip, toparlamaya çalışacağım.
Tekrar nereden nereye sorusu çerçevesinde ‘önce
nereden nereye geldik, şimdi tekrar nereden nereye gidebiliriz ve bunu nasıl
yapabiliriz’ ile ilgili görüşlerimi bir kaç kavram çerçevesinde aktaracağım: Bu
dünya, özelikle batı modernizmi merkeze alındığında büyük ölçüde analiz üstüne
analizle her şeyi parçalara ayıran bir dünya. Hep tahlil hep analiz hep
çözümleme. Artık terkibi bir düşünce, külli bir düşünce, bütünsel ve evrensel
bir düşünceye doğru bizim yeniden yelken açabilmemiz gerekiyor. Postmodern
süreç her şeyi anlamsız hale getiriyor. Külli bakamıyoruz. Aslında modernizm bu
sürecin yaşanan karşılığı iken postmodernizm de onu eleştirme çabasıyla mutlak
olanın hepsini berhava etmiş durumda. Hiçbir şey anlamlı değil, herşey
belirsiz. Kaotik bir dönem; kavramlar uçuşuyor, ideolojiler başkalaşıyor,
dönüşüyor. İnsan hiçbir yerde sükunet bulamıyor. Toplumsal yapı hiç bir şekilde
istikrara kavuşamıyor. Çünkü modernitenin yapmış olduğu en temel şeylerden
birisi de bizim bütün zenginliğimiz olan, Allah'ın esmasının insandaki yansıması
olan insanın bütünselliği çerçevesinde kalbini, ruhunu, aklını ve nefsini
varlık alanında, bilgi alanında ve hemen hemen her alanda tekçiliğe doğru
paradoksal bir ilişkiye sürüklemesidir. Güya mutlak olanı eleştiriyor ama
kendisini mutlak olarak dayatıyor. Bilim adeta tapınak haline getiriliyor.
Bilim adamları adeta geçmişin papazları konumuna getiriliyor. Bu boyutunu da
kaçırmamak gerekir. Tek katmanlılık dayatılıyor oysaki tahlilden terkibe,
parçadan bütüne, parçalanmışlıktan bütünselliğe, tek katmanlılıktan çok
katmanlılığa doğru yeniden bir anlamlılığa ihtiyacımız var. Bu bağlamda İslam
düşüncesi çerçevesinde her boyutuyla; meratibül usul, meratibül vücud, meratibüs süluk ve meratibül
maani anlamında çok katmanlılığa yelken açabileceğimiz temel kavramlarmız var.
Şimdi bunlara ilişkin bir kaç boyutu
değerlendirerek toparlıyorum. Din üzerinden, dini değerler üzerinden önce
kendimiz sonra da genel manada insanlık için neler önerebilir, neler
düşünebiliriz? Bunu önce de ifade ettiğim gibi İslami temel kavramlar olarak
ifade edebileceğimiz bazı kavramlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.
En başta İslamın belki de özü, özeti
diyebileceğimiz ve benim deminden beri bütünsellik olarak vurgulamaya
çalıştığım, sadece bir inanç ilkesi
olarak değil kainatı, insanı, bilgiyi, varlığı ve her şeyi okuma biçimi olarak tevhid
kavramını merkeze almamız gerektiğini ve söylemlerimizi Tevhid üzerinden
geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kesretin bir nokta-i nazara bağlanması
ve anlamlı hale getirilmesi gerekiyor. İnsanlık bunu kaybetmiş durumda, bir
cihetül-vahdesi yok yani bir dayanak noktası yok. Tevhidi, bütünsel, külli
bakış açısı ile insanlığa sunabilir miyiz yeniden? Bu potansiyel var. Şu anda
sunabiliyor muyuz? Bunu sunabilmenin çalışmasını, gayretini her zaman için
zihnimizde diri tutmamız gerekiyor. Biz bunu hem felsefi düzeyde, hem varlık
düzleminde hem de siyaset düzleminde zamanı geldiğinde sunabilmeliyiz.
Bir diğer kavram istikamet. Burada
istikamet kavramını özelikle seçmemin sebebi bütün vahiy olgusunun, nübüvvet
olgusunun ele aldığı temel kavramlardan birisi olmasıdır. Nebiler silsilesinin
yolu bir nokta-i istinattan bir nokta-i istimdada doğrudur. Sırtımızı
dayadığımız sağlam bir dayanak noktası olarak tevhid bizim nokta-i
istinadımızdır. Bir de istikamet belirleme diyeceğimiz ve sırat-ı müstakim
kavramı çerçevesinde düşünebileceğimiz yön de nokta-i istimdattır.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol-festekim kema ümirte” ayet-i kerimesi ekseninde düşünecek olursak
peygamberlerin bütün silsilesinin temel misyonunun bu olduğunu görürüz. Vahiy
insanlığın istikamet üzerine devam etmesi için var. Bu anlamda istikamet
kavramının bu süreçte yeniden tahlilini yapmakta fayda var. Bunu da Kur’ani kavramlarla temelendirecek
olursak; vahiy-nübüvvet, hidayet, aydınlatıcı kitap. Hac suresinde bir ayet-i
kerimede özelikle Allah Teala hakkında ileri geri tartışma yapmayı eleştiren
bir boyutla şöyle buyruluyor: "ve minen nasi men yücadilü fillahi biğayr-i
ilmin vela hüden vela kitabin münir.” İnsanlığın temel sorunu Allah hakkında
ileri geri konuşmak, tartışma yapmak. Başka bir ayet-i kerimede Allah'ı gereği
gibi takdir edememenin, isimleri ve sıfatlarıyla, fiilleriyle gereği gibi
anlayamamanın, tanıyamamanın buna sebep olduğunu görüyoruz. Bunu sağlayan şey
ayeti kerimedeki ifadesiyle hidayet üzere olmak, aydınlatıcı bir kitap sahibi
olmak, ilim üzere olmak.
Evet değerli dostlar, bu noktayı istinat ve
istimdatı aynı zamanda Allah'a, ahiret gününe iman şeklinde
konumlandırabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de iman esasları içerisinde en çok ön plana
çıkan ve diğerlerinden bağımsız olarak, sıkça vurgulanan iki temel esas bu:
Allah’a ve ahiret gününe iman. Bunun felsefedeki karşılığını da Batı
felsefesinin zirve ismi kabul edilen Kant’ta görebiliriz. Kant, Tanrı ve
ölümsüzlük başlıklarını postülalar şeklinde ortaya koyuyor. Bunlar olmadan hiç
bir şey yapamazsın, metafizik mümkün değildir, diyor.
İnsanın şu anda yaşamış olduğu krizlerden
birisi de genel manada sadece felsefi boyutuyla değil davranışları da içerecek
şekilde ahlak problemi. Buna ilişkin belki ayrıntılı bir tahlil yapılması
gerekiyor ama ben onlara giremeyeceğim. Bizim nefsin kuvvelerini itidal üzerine
yönetebilmemiz gerekir. Yani insanın kuvveleri; kuvve-i akliyesi, kuvve-i
gadabiyesi, kuvve-i şeheviyesi var. Bunların hepsinin istikamet üzere devam
edebilmesi itidal üzerine olmalarına bağlı. İfraf ve tefrit uçları
arasında itidalı yakalayabilmemize bağlı. Bu anlamda yine İslamın temel
kavramlarından birisi olduğunu düşündüğüm adalet kavramını ön plana
çıkarabiliriz.
Adalet üzerinden bir söylem geliştirebiliriz.
Yine şura kavramının siyasal sistemde kendini ifade etme, özgürlükleri
sonuna kadar kullanabilme noktasında üzerinde çokça kafa yormamız gereken temel
kavramlardan birisi olduğunu düşünüyorum. Şura kavramı Hz. Peygamber'e emir
olarak gelmiş. İstikamet ve hayırda isabet için önerilmiş, hem de müminlerin
kendi aralarındaki işlerini bu prensip içerisinde görmesi tavsiye ediliyor.
Değerler alanında bütünselliği temel
taşlardan birisi olarak görüyorum. Bunu çok farklı boyutlarıyla şöyle birkaç
kavramla ifade edecek olursak; ontoloji, epistemoloji, aksiyoloji yani varlık
bilgi ve değerin bütünselliği; iyi, doğru ve güzelliğin bütünselliği, bilim,
hukuk, ahlak, siyaset, iktisat ve sanat bütünselliği. Günümüzde inançla sanat
arasında, bilimle din arasında neredeyse hiç bağ kalmamış. 19. yüzyıl
pozitivist paradigması, din ile bilimin birbirine taban tabana zıt olduğu anlayışını
dayatıyor.
Bu anlamda bunların hepsinin bütünselliği, uyum
kavramını ön plana çıkarıyor. Tanrı, insan ve kainat arasında uyum. Allah
Teala’yı isim ve sıfatlarıyla göz önünde tutarak, hakkıyla takdir ederek tanıma
aracı anlamında bir uyumdan bahsediyoruz.
Yine insanı çamur ve ruh gelgitlerinde zaafları
ve yücelikleriyle tanıma anlamında bir uyumdan bahsediyoruz. Şems süresi bize
öyle enfes ipuçları veriyor ki; “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ. Fe elhemehâ fucûrahâ
ve takvâhâ. Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.” Surenin bu
bölümünün çok şiirsel bir yönü de vardır. İnsanın ruhunda potansiyel olarak
nelerin olduğunu söylüyor. İnsan ruhuna takvanın da fücurun da, iyiliğin de
kötülüğün de potansiyel olarak yerleştirildiğini belirtiyor.
Yine insanın farlılıklarıyla beraber
değerlendirmesi anlamında özellikle İslam filozoflarının çok orijinal tespitleri
var. İbn-i Bacce'nin, İbni Rüşd'ün. Bu, geleneksel olarak hepimizin bildiği bir
şeydir aslında ama İbni Bacce toplumu cumhur olarak, nüzzar olarak, süeda
olarak tasnif ediyor. İbni Rüşd, insanları idrak kapasitelerine,
kabiliyetlerine göre tasnif ediyor veyahut Nahl suresinde geçen “insanları
Allah'ın yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et” ayetini kategorik ele alıyor ve insanları hikmet (burhan), cedel
(diyalektik) ve hatabe (retorik) ehli diye tasnif ederek anlamaya çalışıyor.
Günümüzde birbirinden koparılmış o kadar çok
şey var ki! Bu bağlamda bizim mesela gayp ve şehadet alemleri, fizik ile
metafizik arasındaki uyumu göz önünde tutmamız gerekiyor. Yine mutlak ve
mukayyet kavramları arasındaki uyumu; araçlar arasında uyumu, akıl, inanç,
felsefe, din ve bilginin kaynakları arasında uyumu.
Şu anda bilginin kaynakları dendiğinde belki
bizi uçuracak, bize çok büyük zenginlikler katacak şeyleri çağdaş paradigmanın
tesirinden dolayı elimizin tersiyle itebilmişiz. Geçmişte kelamıyla,
tasavvufuyla, felsefesiyle, selefi perspektefiyle hepsi birbiriyle uyum
içerisindeyken şimdi birimiz bir tarafından tutuyoruz, selefi perspektife sahip
olanlar kelamı, tasavvufu, felsefeyi elinin tersiyle itiyor. Felsefeyi
benimseyen tasavvufun bazı güzelliklerini görmezden geliyor. Bunlar arasında
uyum sağlanması gerekiyor. Aynı şekilde usuller, yollar, ekoller arasında uyum,
varlık mertebeleri arasında uyum gibi konulara da kafa yormamız gerekiyor.
Denge kavramı yine ön plana çıkarılabilecek kavramlardan biridir. Akıl,
ruh, kalp, nefis, arasında denge, dünya ahiret arasında denge, ruh beden
arasında denge, madde mana arasında denge, nitelik ve nicelik arasında denge…
20. yüzyıl önemli düşünürlerinden ve Guenoniyen
ekolun kurucusu kabul edilen Rene Guenon’un “niceliğin egemenliği” şeklinde
önemli bir kavramsallaştırması var. Guenon, insanlık tarihinde modern dönemi
niceliğin egemenliği olarak ifade ediyor. Oysa bizim hem nitelik hem nicelik
boyutlarıyla ve bunların dengesiyle, uyumuyla birlikte muhatap olmamız
gerekiyor.
Bu değerler dizisine hürriyet, dürüstlük
ve güzel temsil gibi kavramları da ilave etmek istiyorum. Bunları da
açmam gerekiyor ama onlara sadece kavram olarak değiniyorum.
Son olarak derinlikler meselesine
değinmek istiyorum. Başta Ahmet Davutoğlu Hocaya bir gönderme yaptık makalesi
itibariyle, şimdi de kitabına bir gönderme yapmış olalım. Stratejik Derinlik
diye temel kitaplarından birisi var biliyorsunuz. Bir de Alternatif
Paradigmalar diye bir eseri var Hocamızın. Gerçekten ikisi de son derece önemli
çalışmalar. Açılımla beraber derinlik gerekiyor ama sadece stratejik derinlik
değil, pergel metaforu ile -burada Hz. Mevlana’ya atfedilen, sabit ucunu bir
noktaya koyup, diğeriyle 72 milleti dolaşma kapsamında- parçalanmışlığı
bütünleştirecek derinlikler sağlamamız gerekiyor. Bunun yolu da açılımdan,
demokrasiden, bazı meseleleri yeniden konuşmaktan, değerlendirmekten geçiyor.
Sadece stratejik derinlik değil metafizik derinlik, felsefi derinlik, siyasi
ahlak derinliği, adalet derinliği, edebiyat ve sanat derinliği gibi hayatın tüm
alanlarını kuşatacak derinlikleri önümüzdeki dönemde konuşabilmemiz gerekiyor.
Son olarak –bununla bitireceğim dedim ama- şu
ifadeleri de, hele hele günceli de göz önünde tutarak aktarmak istiyorum:
Bir hız ve haz çağında yaşıyoruz. Tevakkufa,
sekinete ve kanaate ihtiyacımız var. Tuğyan, müstağnilik, kibir ve istikbara
karşı asli anlamlarıyla aczi, fakrı, şefkati ve merhameti öğrenmemiz gerekiyor.
Nefsani arzulara ve katı akılcılığa karşı vicdanı, kalbi ve ruhu ön plana
çıkarmamız; zorbalığa, şiddete ve kuvvete karşı hak, adalet ve hikmetle karşı
durabilmemiz gerekiyor. Irkçılığa, menfaat ve cidale karşı fazilet, uhuvvet ve
yardımlaşmayı esas almalıyız. Öldürmeye karşı öldürmemeyi, sevebilmeyi, güce
tapınmaya karşı iktidar üretmemeyi, devleti tabulaştırmaya ve canavarlaştırmaya
karşı devletsizliği keşfetmemiz gerekiyor. Ahlaki çöküşe, sapmalara, reziletlere
karşı maneviyat, iman, iffet, fazilet diyebilmeliyiz. Varlığa, bilgiye, bilime,
sanata, siyasete, ahlaka, hukuka, eğitime alternatif paradigmalarla
bakabilmeliyiz. Barışı, selamı, imanı-emniyeti, sükun ve sekineti, huzur
duyabilmeyi, huzurda durabilmeyi, huzurlu olabilmeyi yaygınlaştırabilmeliyiz.
İnsanı kazanabilmeyi, malı bereketlendirebilmeyi, sözü azaltabilmeyi, hızı
yavaşlatabilmeyi, sesi alçaltabilmeyi, çevreyi zenginleştirebilmeyi, hayra
çağırabilmeyi, iyiliği yayabilmeyi, kötülüğü engelleyebilmeyi, örnek
olabilmeyi, temiz kalabilmeyi, temiz ölebilmeyi gerçekleştirmeliyiz.
Teşekkür
ediyorum.
Ayhan Ogan
Hocam, biz de teşekkür ediyoruz. Tabii vakit
daraldı, hava sıcak. Sorular veya aklınıza takılan bölümler varsa yazılı ve
sözlü olarak alabiliriz. Sizlerin katkıları, yorumları varsa onları da
alabiliriz.
SORULAR VE CEVAPLAR
Sorular
Soru 1:
Selamünaleyküm. Çok fazla demokrasi vurgusu
yaptınız. Ben şunu sormak istiyorum: Kendi dilimizi konuşmaktan bahsediyoruz
ama demokrasiyi biz kullanırken kapitalizme ya da modernizme karşı nasıl söz
söyleyebiliriz? Çünkü bunlar birbirinden ayrı şeyler değil. Yani bu dün de
konuşulan; “Batının teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım”a benziyor.
Böyle bir şey mümkün değil. Yani biz demokrasiyi aldıktan sonra modernizm ve
kapitalizmi reddedemeyiz. Zaten bugün demokrasinin bütün dünyada yayılmaya
çalışılmasının sebebi de bu. Yani kapitalizmin daha kolay yerleştirilmesi, daha
kolay hayat bulabilmesi için. Bu açıdan alternatif bir sistem kurgulamaya
çalışmak daha doğru değil mi? Demokrasiyi savunmak ne kadar bizi kendi dilimize
bağlı kılabilir?
Soru 2:
Mehmet Bey devletsizlikten bahsetti. Eğer
devlet otoriteyse devletsizliği reel politik açıdan değerlendirirsek insanları
nasıl yöneteceksiniz? Bu nasıl gerçekleşir? Teşekkür ediyorum.
Soru 3:
Devletsizleşme sürecinde bireyin ciddi bir
eğitim sorunu var mı? Ya da o topraklarda, o bölgede bireylerin
ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir mi? Eğitimsizlik bireyselleşmenin ve
devletselleşmenin önünde bir engel midir?
Soru 4:
Mehmet Uçum Bey’e
sormak istiyorum. Topluma dayanan iradenin ürettiği hukuk sistemi meşrudur dedi. Kürtlerin, Alevilerin,
Müslümanların yaşadığı bir toplumda hukuk sisteminin herkese özgürlüğünün
hakkını vermesi gerekir ama örneğin Müslümanların azınlık olduğu bir toplumda
eğer toplumsal irade demokrasiye dayanıyorsa, çoğunluğun da Müslümanların bu
anlamda hakkını hukukunu vermemesi gibi bir şey olamaz. Burada demokrasi
toplumsal iradeyi o anlamda ifade ediyorsa yanlış bir şey olmaz mı? Değilse
toplum iradesi neye dayanıyor? Teşekkür ederim.
Soru 5:
Öncelikle konuşmalarınız için teşekkür ederim. Bizim fazla müdahil
olamadığımız ama bizim üzerimizde gerçekleşen ve bu kadar hızlı değişen dünya
içerisinde özellikle iki hocamızın da ifade ettiği gerçekten de çok değerli
olan, çok da tartışılması gereken bu konuları nasıl olur da gündemimize hızlı
bir şekilde alır ve toplumun bunu kabul etmesi açısından bir yöntem
izleyebiliriz?
Soru 6:
Mehmet Uçum hocama soru sormak için koşa koşa
geldim. Belki arkadaşlar da sormuş olabilirler. Mehmet Hocam
disiplin toplumundan ve denetim toplumundan bahsetti. Ve bir de son aşama
olarak özgürlük toplumundan bahsetti. İnsanın istekleri sınırsızdır. Bu
özgürlük toplumunda sınırsız istekleri olan insanların bu isteklerinin yerine
gelmesi ve bütün taleplerinin karşılanması mümkün müdür? Bunun bir sınırı var
mıdır, yok mudur? Bu konu hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum. Teşekkür
ederim.
Cevaplar
Veli Karataş
Demokrasiyle ilgili tartışmaları, hele hele
günümüzde “demokrasinin belki de katledildiği” bir zaman diliminde konuşmak
gerçekten zor. Müslümanların günümüzde demokrasiyle kurması gereken ilişkiyi
felsefi, kavramsal boyutuyla yani tartışma zemininde ele almanın çok isabetli
olmadığını düşünüyorum. Öncelikle buradan başlayalım. (Bunu tartışmayalım
demiyorum. Felsefi düzlemde tartışıldığında çok farklı sonuçlara da
varılabilir. Nitekim hem batıda hem de İslam dünyasında çok derin demokrasi
eleştirileri de yapılmaktadır.)
Yani denklemi İslam ve demokrasi şeklinde
kurduğumuzda ciddi manada sıkıntılarla karşılaşırız. Ama denklemi Müslümanlar
ve demokrasi şeklinde kurduğumuzda zannediyorum daha kolay adım atmamızı
sağlayacak bir takım tercihlerde bulunmak mümkün.
Arkadaşımızın sorusu; demokrasimizi kapitalizmden,
modernizmden, sekülerizmden vs. den bağımsız değerlendirebilir miyiz, bu mümkün
mü? Kavramsal düzlemde evet mümkün değil. Çünkü o bahsetmiş olduğunuz hümanizmdir,
rasyonalizmdir, sekülerizmdir. Bunları çektiğinizde demokrasi diye bir şeyden
zaten bahsedemezsiniz. Çünkü demokrasiye ruhunu üfleyen, demokrasiyi demokrasi
kılan şeyler bunlardır.
Ama “başka bir demokrasi mümkün mü” şeklinde
soru sormamız da bence mümkün. Hatta Hocamdan (Hayrettin Karaman) ve Hocamın
yazılarından cesaret alarak ben mümkün olacağını düşünüyorum. İçerisine ruh olarak adalet üflenen, şura
üflenen, emniyet üflenen, ehliyet üflenen, hakkaniyet üflenen, “emr-i bil
ma’ruf, nehy anil münker” üflenen, tevhid üflenen, ahirete iman üflenen bir
siyasal sistem, bir demokrasi mümkün olabilir mi? Belki de -durumsallıktan
hareketle söylüyorum bunu çünkü birincisinde de denklemi o şekilde kurmamız
gerektiğini söyledim- Müslümanlar Suudi Arabistan’da veya körfez ülkelerinde,
yani şu an diktatör dediğimiz, petro-dolar şeyhleri dediğimiz insanların olduğu
ortamda tabi ki demokrasi demek zorunda. Çünkü o durum onu gerektiriyor.
Tunus’daki diktatöre karşı, Libya’daki diktatöre karşı bunu bu şekilde söylemek
durumunda. Siz orada demokrasi eşittir küfür, demokrasi eşittir şirk denklemini
kurarsanız -ki geçmişte İslam dünyasında pek çok düşünür bu denklemi kurdu-
yanlış yaparsınız. Mesela Mısır’da İhvan örneği de buraya dahil edilebilir. Bir
takım metinlerine baktığımızda İhvan’ın da geçmişinde “demokrasiye inanmama”
diyebileceğimiz durumla karşılaşırız. Kaldı ki kanaatimce bu kavramın inanmak
veya inanmamak bağlamında kesinlikle kullanılmaması gerekiyor. Çünkü rahmetli
Şakir Kocabaş Hocanın “İfadelerin Gramatik Ayrımı” başlıklı son derece güzel
bir çalışması var. “Ben demokrasiye inanıyorum” veya “inanmıyorum” ifadesi
aslında anlamsız bir ifade çünkü demokrasi inanılacak veya reddedilecek bir şey
değil. Demokrasi sistem itibariyle tercih edilebilecek veya reddedilebilecek
bir şey. Kabul edersiniz, onun içini kendi kavramlarınızla doldurursunuz, onun
içeriğine kendiniz müdahil olursunuz ki bu her zaman mümkün olmayabilir. Bazen
gücünüzle bazen de durumunuzla doğru orantılıdır. Mesela Türkiye gibi bir
ülkede böylesi bir süreç işletilebiliyor ve başarıya ulaşabiliyorsa “yok canım
biz bunu uygulamayız” veya “istemeyiz” mi diyeceksiniz, diyebilir misiniz? Deme
şansınız var mı? Yok. Şu an bu yaşanan kötü örneğine bakarak “tamam artık ya
biz test ettik, onayladık böyle bir şey bize uymuyormuş. Bu da anlaşıldı” mı
diyeceğiz. Hayır. Hayat devam edecek ve biz onun içeriğini kendi ilkelerimiz
çerçevesinde, kendi temel değerlerimiz çerçevesinde büyük ölçüde değiştirmeye,
dönüştürmeye gayret edeceğiz. Onun için eskilerin ifadesiyle “meseleyi vaz
etmek” çok önemli. Nasıl vaz ettiğiniz, sonuçları itibariyle ulaşacağınız
neticeleri büyük ölçüde belirler, şekillendirir. Soruyu doğru sormak gerekiyor.
“İslam’da demokrasi var mı?” sorusu yanlış bir soru bana göre. “İslamda
Tasavvuf var mı” sorusu da. Öncelikle bunları bir tanımlamak lazım. İslam
dediğimizde, demokrasi dediğimizde, tasavvuf dediğimizde ne anlıyoruz. Bunları
netleştirmeden bu konular üzerinde hele hele slogan düzeyinde; küfürdür,
şirktir, İslam'a uymaz, İslam'a aykırıdır vs. şeklinde ifade etmenin çok isabetli
olmadığını düşünüyorum.
Devletle ilgili konuşabiliriz ama Mehmet Bey’in
konuşmasından sonra devam edelim bence.
Ayhan Ogan
Birkaç sene önce bu konuda bir yazı yazmıştım.
Bizim sitede de yayınlandı. Müslümanların demokrasisi diye girdiğiniz zaman
çıkıyor. Bu konuda hocam temel ölçütü koydu aslında. İslam ve demokrasiyi
karşılaştırmak birbiriyle hiç tartılamayacak, ölçülemeyecek şeyleri
karşılaştırmak manasına gelir. Bu bir yönetim şeklidir, yönetim şekli
anlaşıyıdır. Bunun tek sahibi, bu yönetim şeklini olgunlaştırmış olan Batı
değildir. Bütün insanlığın tarihsel tecrübesi de bunun içerisindedir. Belki
hocam sunumunda da bu konulara girecektir. Yani Müslümanların demokrasi
anlayışı olabilir, olması gerekir. Bizim ilke bazlı, toplumsal iradeye dayanan,
değerlere dayanan siyaset anlayışı dediğimiz aslında buna işaret eden bir
yönetim biçimidir, yönetim anlayışıdır. Mısır’da yapılan demokrasiden dolayı
başımıza gelmiş değildir. Demokrasinin kesintisinden, bize demokrasinin
oryantalist batı tarafından çok görülmesinden dolayı başımıza gelmiştir. Yani
bu halka yönetimlerin teslim edilmemesi gerektiği anlayışından dolayı
yaşanmıştır. Bu bizim tek çıkar yolumuz, toplumsal dayanağımız, toplumsal
gücümüz, toplumsal meşruiyetimizdir. Biz bu güç merkezlerini ancak geniş toplum
kesimleriyle kuşatarak dağıtabiliriz, sıkıştırabiliriz, yıkabiliriz. Bunu
unutmamak lazım. Demokrasi bizim tek çıkış yolumuzdur. Bunun adına demokrasi
yerine başka bir şey de diyebilirsiniz. Ama halka dayalı, seçimle gelenin
seçimle gittiği, herkesin, her ferdin ve her zümrenin hukuk karşısında eşit olduğu
bir yönetim anlayışını tesis etmek durumundayız. Adına ne derseniz diyin. Bugün
Batı bunu İslam dünyasına yaptırtmak istemiyor ama bizim tek çıkış yolumuz
budur. Fazla uzatmak istemiyorum. Bu yazıyı da internetten bulup okursanız veya
arkadaşlarımın çıkartıp dağıtma imkanı olursa faydası olacağı kanaatindeyim.
Mehmet Uçum
Şimdi genç arkadaşımızın sorusuna dönelim. Buna
halkın yönetimi ya da başka bir şey deyin ama şuna dikkat etmek lazım: Haddime
değil ama dinsel değerler üzerinden düşündüğünüzde bir aşkınlık, bir zamansızlık
kavramı üzerinden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta siyasal ve iktisadi
sistem biçimleri geçicidir. Kalkıp İslam “feodal iktisadi” düzene daha çok uyar
tezini mi savunacaksınız? İnanmak bana göre biraz da zamandan ari olarak
değerler üzerinden, aşkınlık üzerinden bakmak gibi bir şey. Elbette bu inanç
değerlerinin de siyasal, kültürel, iktisadi alanda karşılığı olacak. Veli’nin
çok güzel ifade ettiği gibi; bu değerlerden, örneğin; adalet değeri üzerinden
biz bireysel ve sosyal bir etki sağlayacak siyasal toplum üretebilmeliyiz. Şura
kavramı üzerinden tüm süreçlerin ilgilisinin içinde olduğu, karar alma
süreciyle yönetildiği yapılar kurabilir miyiz? Belki oradaki değerleri
yönetmekle alakalı süreçlerde mekanizmaları referans yapabiliriz. Ama genel ve
kavramsal olarak İslama feodalizim, kapitalizm, sosyalizm, ilkel komünal toplum
ilişkisi içerisinde bakmak, bütün dinsel değerler açısından söylüyorum, dinsel
değerleri olduğu yerden aşağı indirmektir. İnancımla alakalı olarak benim bakış
açım böyle.
Veli Karataş
Mehmet Bey özür
dilerim. Burada bir cümlelik katkı yapmak istiyorum. İslam ve … şeklinde yapacağınız bütün
kavramsallaştırmalar ciddi manada tahlil edilmeden çok da kullanılmamalıdır.
Mesela İslam ve bilim, İslam ve demokrasi, İslam ve kapitalizm, İslam ve kadın,
İslam ve şu ya da bu… ne kadar üretirseniz üretin. O “ve” bağlacı üzerinden
bütün dünya değişebiliyor. Bazen o “ve” yi kaldırabilmek gerekiyor. Belki bunu da uzunca konuşmak gerekiyor.
Ayhan Ogan
Başlığı da belki bu yönüyle değerlendirmek
lazım. Yönetim biçimleri dinin içerisinde ufak bir cüzü teşkil eder, öyle değil
mi hocam? (Hayrettin Karaman Hoca’ya). Din daha teşekküllü, daha tevhidi bir
bakışı, mütekamil bir bakışı gerektirir. Yönetim biçimleri insanların, o
bölgenin tarihselliği, kültürü, sosyal yapısı dikkate alınarak, o bölgede
yaşayan insanlara bırakılmış ve en kuşatıcı, en geniş şekliyle
değerlendirilebilecek birşeydir.
Mehmet Uçum
Bu konuda şunu söyleyeyim: İnanç değerlerinin
sözünü ettiğim, hayalini kurduğum değer siyasetine geçmek bakımından çok önemli
referanslar olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla inanç değerleriyle gündelik hayat
ve siyaset arasında böyle bağlantılar kurmanın anlamı olduğunu, siyaset
üretmenin temel referanslarından birisinin de inanç değerleri olması
gerektiğini söylüyorum. Çünkü rasyonalizmin ürettiği kibirli, dışlayıcı, üstenci,
hiyerarşik siyasal kültüre karşı inanç değerlerinin çok önemli bir çözüm imkanı
sunduğunu düşünüyorum. O yüzden yaptığım vurgu çok fazla demokrasi vurgusu
değildi. Bunun içerisinde adı demokrasi olan siyasal rejimlerin çok radikal bir
eleştirisiydi. O yüzden dikkat ederseniz sonuç kısmında birey esaslı
demokrasi dedim. Yoksa disiplin ve
denetim toplumları da hala kendilerini demokrasi diye takdim ediyorlar. Ve
onlara ilişkin sorunların ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Devletsiz bir siyasal toplum hayal
edemediğimiz için “aa devlet gitti, güvencelerden yoksun kaldık” algısı
yaratılabilir. Çok net söyledim. Yönetmek ihtiyaçtır. Arkadaşın
sorusu şöyle; eğer devlet algısı olmazsa insanları nasıl yönetebileceğiz? Ben de dedim ki; zaten
esas problem bu. İnsan yönetilmez arkadaşlar. İnsanı yönettiğini iddia
edenlerin tamamı insanı baskılıyorlar. İnsanın kendini ifade etmesini
sınırlıyorlar. İnsanı baskılamak, onu yönetmek olarak algılanıyor. İnsanı
yönetmek mümkün değil. İnsanın doğasına yabancıdır yönetmek. Ama insan
ihtiyaçlarına uygun olarak bir takım işler yapılır. Bu işler, bu süreçler
yönetilir. Elbette bu süreçte insanlar birlikte hareket edebilir. Bunlar
koordine edilir. Bunlar paralel olarak yürütülür. Dolayısıyla zaten devlet
olmayınca insanı nasıl yöneteceğiz kavramı bir arada olacak şeyler değil.
Buradaki asıl mesele insanı yönetme anlayışından vazgeçmektir. Yönetme
kültürünü değiştirmektir. Siz çocuklarınızı yönettiğinizi mi zannediyorsunuz?
Çocuklarınızı sınırlandırıyorsunuz. Çocuklarınızla ilişkiniz ya disiplin
ilişkisi ya da yönetim ilişkisidir. Devletin toplumlarla ilişkisi gibidir. Ya
izin üzerine kuruyorsunuz çocuklarınızla ilişkiyi ya da bildirim üzerine
kuruyorsunuz. Ama onları yönettiğinizi mi zannediyorsunuz? Hayır. Onları
belirlemeye çalışıyorsunuz. Buradaki mesele o işte. Onları belirlemeden,
onların ihtiyaçlarına uygun bir tutum sergileyerek, aynı zamanda onların değer
geliştirmesini sağlayacak bir süreç yönetimine ihtiyaç var. Dolayısıyla
baskılamamaya ihtiyaç var. Benim devletle yurttaş arasındaki ilişkinin
değişmesi gerekir dediğim şey budur. Bu ülkede hiçbir iktidar odağı artık o
insanı yönetiyorum anlayışında olmamalıdır. Günümüzün ihtiyacı budur. Bu hayal
gerçek olursa, devletsiz yönetimlerde insan yönetmek gibi bir ihtiyaç
olmadığından bu sorunu da yaşamayacağız.
Eğitim meselesine
gelince; insan bilge doğar, cahil ölür diye bir söz vardır eğitim sürecinden
geçtikten sonra. Hangi eğitimden söz ediyoruz, modern eğitimden mi? İnsanın
eğitilmiş olması insana bilgelik kazandırıyor mu acaba? Şimdi; mevcut milli
eğitim sistemine baktığımızda, bana göre okumuş cahiller, üstenciler üretiyor
diye düşünüyorum. O eğitimin bir çok insanı aydınlatmadığını düşünüyorum. Öyle
bir eğitimden geçmenin demokrasi sistemine bir faydası olduğunu gördünüz mü
Türkiye’de? Ya da Türkiye’deki üniversitelerin hali… En son 14 tane üniversite
gezdik Doğu Anadoluda. Halen de görüyoruz ve biliyoruz ki eğitim seviyesi yükseldikçe
seçkinci politik tutum artıyor. Üniversite mezunlarının en fazla güvendikleri
kurum ordu oluyor, en fazla destekledikleri kurum devlet oluyor. 2012 de
yapılan araştırmada yargıçların ve savcıların yüzde 75’i “devletle vatandaşın
çıkarı karşı karşıya geldiğinde kimi tercih edersiniz” sorusuna devlet diyor.
Hangi eğitimden söz ediyoruz? Ben insanın sağduyu çerçevesinde, ihtiyaçlarına
uygun, taleplerinin çok daha rasyonel, çok daha kavrayıcı olduğuna inanan bir
insanım. O yüzden Anadolu’nun düşük seviyeli eğitim profile, sağduyu açısından
Ankara’nın ilerisinde. Bunu hep beraber görüyoruz. Dolayısıyla elbette eğitim
anlayışı da değiştirilmelidir. Şu anda eğitim seviyesinin düşüklüğü daha ileri
demokratik uygulamalara engel değildir. Bunun aksini söyleyen seçkincilerdir,
üstencilerdir, faşistlerdir. Yani “henüz halkın seviyesi daha ileri demokrasi
için yetmiyor”, “çobanın oyuyla benim oyum bir mi olacak” anlayışıdır.
Vatandaşla halk arasında ayrım yapan anlayıştır. Yani bu çiftlik balıklarının
deniz balıklarına söylediği laftır. Çiftlik balıklarını biliyorsunuz: Beyaz
Türkler. Can Paker söyledi “bizi çiftlikte yetiştirdiler”, biz kendi yemimizi
bulamadık, bizi yemlediler. Ama deniz balıkları kendi yemini bulmak zorundadır.
O yüzden şimdi o çiftlik balıkları -beyaz türkler- sudan çıkmış balık gibiler.
Dolayısıyla bu eğitim meselesini çok abartmamak, çok fetişleştirmemek lazım.
“Müslümanların
azınlıkta olduğu toplumlarda toplumsal irade Müslümanların aleyhine uygulama
yaparsa meşruiyet nerede olacaktır?” soru böyle. Bakın
arkadaşlar. Toplumsal meşruiyet meselesinde zaten bir taban var. Ölçüsü şu;
kendini ifade etmeyi engelleyecek hiçbir siyasal toplum meşru değildir. İsterse
çoğunluğa dayansın. Bakın buradaki kritik nokta odur. İnsanın kendini ifade
etmesini engelleyecek hiçbir siyasal sistem, hiçbir devlet, hiçbir hukuk meşru
değildir. İnsanın kendini ifade etmesi; diliyle, diniyle, yaşam tarzıyla her
türlü ifade etmedir. Zaten bir siyasal sistemin asgarisi budur. Kendini ifade
etme hakkını güvence altına almaktır. Onun ötesindeki yönetme süreçlerinde
elbette bir toplumsal iradenin meşrulaştırma süreci gündeme gelecektir. Türkiye’de
yüzde 98 müslüman yaşıyor. Ermenilerin bütün inanç değerlerinin yasaklanmasına
yönelik bu yüzde 98 bir irade ortaya koysa bu meşru olur mu? Aynı şeydir yani.
Dolayısıyla kendini ifade etme üzerinden, isterse bir milyar insan bile karşı
pozisyon alsın, herhangi bir meşru irade çıkamaz. Temel koşul odur. İster temel
referanslar üzerinden bakın, ister insanın doğası üzerinden bakın insanın
kendini ifade etmesinin önüne hiçbir engel koyamazsınız. Bunu da hiçbir
meşruiyetle açıklayamazsınız.
Dolayısıyla toplumsal iradeye dayalı toplum ve
birey merkezli demokraside ifade etme hakkı tartışma konusu olamaz. O yüzden
Türkiye’de Kürtlerin durumu, baş örtülülerin durumu, azınlıkların durumu
tartışmaları utanç meselesidir. İnsanların kendini ifade etme hakkını
sınırlıyorlar, sonra da o hakkı tanıyalım mı tanımayalım mı diye çıkar siyaseti
üzerinden tutum alıyorlar.
Buradan arkadaşın sorusuna
geliyorum. Evet, Kürtlere ilişkin mesele budur. Bugün Kürtlerin ana dilde
yaşama hakkının önündeki engeller çıkar siyasetinin sonucudur. Eğer değer
siyaseti olsa biz ana dilde yaşama hakkını tartışıyor olur muyuz? Değer
siyaseti nasıl etkili olur? Çok zor bir şey tabi bu. Ancak bunun etkili olması
şuradan geçiyor: Öncelikle siyasal sistemi, aygıtttan araca dönüştürmekten
geçiyor. Buna ilişkin bazı politik tutumlar var, geliştiriliyor. Türkiye’nin
dış politikasını başkaları istedikleri gibi okusunlar ama ben değer siyaseti
üzerinden okuduğumda Mısır’da ve Suriye’de yapılanlara karşı duruşu değer
siyaseti açısından çok anlamlı buluyorum. İçerden ve dışardan dış politikada
“reel durumu gözetmiyorsun” , “Müslüman ülkelerle de ilişkileri bozuyorsun” ,
“batıyla da ilişkilerimizi bozuyorsun” , “Obama’yla da ilişkilerimizi bozdun”
şeklinde değil mi eleştiriler? Ama bana göre değer siyaseti açısından son
derece parlak, önemli bir örnektir. Katliama karşı çıkıyor, halkın yönetiminden
yana tavır alıyor, insanı esas alan bir politika yürütmeye çalışıyor. Değer
siyaseti önderlikler yapılarak hayata geçirilebilir. Ama en önemlisi toplumun
siyasi tercih yaptığında değer siyasetini öncelemesinden geçiyor. Yani bireyin
öncelikle Veli Hocanın anlattıkları çerçevesinde bir siyaset ilişkisi
kurmasından geçiyor. Bazıları inanç değerlerine gore, bazıları başka değerlere
göre.
Veli Karataş
Ona bir cümlelik bir
ilave yapabilir miyim Mehmet Hocam? Şimdi bununla ilgili ben biraz hızlı geçmek
durumunda kaldığım için orada dinin özü diye ifade edebileceğimiz, yani değer
siyasetini gerçekten değerli kılabilecek ve yaşamsallaştırabilecek, hayata
aktarabilecek elbette en önemli şey Hz. Peygamberin “din samimiyettir”
ifadesidir. Tabi onu o şekilde anlamlandırırsak. Özü itibariyle Türkçeye de
böyle çevrilmesi gerekir diye düşünüyorum. Din samimiyettir, dürüstlüktür.
Günümüzde Müslümanların, dindarların değer siyaseti üzerinden insanlara bir şeyler
sunabilmek için üzerlerindeki en büyük vecibe, en büyük vazife, en büyük
sorumluluk güzel temsil ve temiz kalmaktır. Müslümanların temiz kalma, dini
yaşama ve temsil sınavını başarmaları gerekiyor.
Bu güzel temsil meselesini Yasin Ceylan Hoca’dan bir
alıntıyla bitireyim: “Diyalektik
propaganda döneminin kapandığı bir dönemde, din adına en güçlü savunma, en
inandırıcı argüman ahlâkî erdemlere uygun yaşamdır. Bu şarttan yoksun
Müslümanın inançları anlam kazanmaz. Bunlar gereksiz metafizik bir varsayımdan
ibarettir. “Benim inançlarım işte budur, benim teorik görüşlerim şunlardır”
diye insanlara söz etmeye hakkı da yoktur. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz
gibi inançların mantıksal veya akılsal kanıtlanması mümkün değildir. İnanç
sistemlerinin en kesin kanıtları, bu sistemleri benimseyen fertlerin etik
eylemlerinde ortaya çıkar.”
Not: 20-25 AĞUSTOS 2013 TARİHLİ ANADOLU PLATFORMU KUZULUK BULUŞMALARI