Açılıma Derinlik Kazandırmak
Bazı kavramların ön plana çıkıp, popülerlik kazanması ve aktüel kullanımın vazgeçilmezleri arasına girmesinin son örneği açılım kelimesi oldu. Artık açılımla yatıp, kalkıyoruz. Yerel, bölgesel, küresel açılımdan, demokrasi açılımına, kültürel açılımdan, siyaset açılımına hemen her alanda kullanılmaya başlayan kelimenin, müspet ve menfi çağrışımlarına göre tarafları da hemen oluşuveriyor.
Açılımı normalleşme, gelişme, iyi ve doğru yönde değişme gibi olumlu yönleriyle değerlendirenler de var; taviz, savrulma, başkalaşma hatta ihanet, vatan hainliği gibi olumsuzluklarla bir görenler de. Nedense pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da meselenin bazı yönleri maalesef gündeme getirilemiyor. Açılım güncel siyasetin hayhuylarına mahkum ediliyor. Gündelik malumat tüketimini karşılayan ve hakikat adına neredeyse hiçbir anlam ifade etmeyen yüzeysel tartışmaların, karşılıklı atışmaların ve sathi yaklaşımların ötesine geçilemiyor. Açılımın yönü, usulü, gayesi, mahiyeti ve muhtevası konuşulamıyor, değerlendirilemiyor.
İşte tam da burada şu sorular akla geliyor: biz hep böyle devam etmeye mecbur muyuz? Hep birbirimizin ayağına çelme takmak zorunda mıyız? Yanlış anlamalardan kurtulmanın bir yolu yok mu? Gündelik siyasetin, gündelik çıkarlara göre şekillenen ve artık neredeyse siyasetin doğası haline gelen ucuz yaklaşımlarına bir son vermek mümkün değil mi?
Kanaatimce bu sorulara verilebilecek cevapların doğru ve anlamlı olabilmesi için açılımı, derinlik kavramıyla birlikte ele almak gerekiyor. Evet Türkiye’nin öncelikli, yakıcı ve acil sorunlarından birisi olarak karşımıza çıkan bir açılım meselesi var. Kürt sorununda, anayasa değişiminde, demokrasi, haklar ve özgürlükler idealinde, ekonomisinde, idari yapılanmasında, uluslar arası ilişkilerinde ülkemizin gerçekten açılımlar yapması gerekiyor. Ama bunlarla birlikte en önemli meselelerinden biri de derinlik meselesi.
Türkiye’nin açılımlarına derinlik kazandırmak gibi, olmazsa olmaz bir gündeminin var olduğu da unutulmamalı. Üstelik bu gündem, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, hangi ideolojik yaklaşıma sahip olursa olsun hepimizi ilgilendiriyor.
Türkiye, yaşadığımız günlerde ve gelecekte, insanlığa bir şeyler söyleyebilmeyi düşünüyorsa, bunu bir taraftan açılımla sağlamaya çalışırken diğer taraftan da derinleşmek zorundadır.
Felsefede, düşüncede, metafizikte, dilde, sanatta, edebiyatta, ahlakta, adaletin tesisinde, eğitim anlayışında, insanı kavrayışında, geçmişi okuyuşunda, geleceğe bakışında derinleşebilmelidir ki açılım niyeti bir anlam ifade etsin. Kendisine bir dayanak noktası oluşturabilsin. Zaten bunlar olmadan açılım niyetlerinin başarıya ulaşması mümkün olur mu? Mevcut durumla, var olan önyargılarla, ideolojik saplantılarla, vehimlerle, tarih bilincinden yoksun, gelecek idealinden uzak bir anlayışla kim nereye açılım sağlayabilir? Hangi yöne, kime doğru, ne maksatla, hangi ideal için açılım?
Değerleriniz, düşünceniz, konuşacağınız sözünüz, şiiriniz, musikiniz, mimariniz, edebiyatınız, sanatınız olmadan siz, siz olabilir misiniz? Kendiniz olarak kalabilir misiniz? İnsanlığa sadra şifa bir şeyler sunabilir misiniz?
Başından beri açılım dendiğinde hep Hz. Mevlana’nın pergel metaforu canlanıyor gözümde. “İğneli ayağını kendi inancımıza sabitleyip, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşmak”. Hani pergelin dolaşan kısmına sınır koymak istemeyiz. Olabildiğince açılmasını arzularız ve daha ziyade o tarafa odaklanırız. Evrensellik deriz, insanı insan olması cihetiyle kuşatabilmeyi arzularız. Ama nedense sabit olan tarafını pek düşünmeyiz.
Oysa Türkiye’nin bir yandan açılım sağlamaya çalışırken, diğer yandan ayağını sabitlediği yer üzerine de konuşması gerekiyor. Ne var orada? Kimler bize ne söylüyor? Referanslarımız neler? Hangi ortak paydalarda birleşebiliyoruz? Nerelerde ayrılıyoruz? Birlikteliklerimizi çoğaltmak mümkün mü? Ya da ayrılıklarımızı çatışmaya dönüştürmeden yaşayabilmek? Neler üretiyoruz? İnsanlığa önerebileceğimiz neler var? Sabit olan üzerine, kendimiz üzerine, bizi biz yapan değerler üzerine derinleşmek durumundayız. Böylelikle değişken olanı değiştirebilelim, evrensel olana açılabilelim.
Mesela Mevlana’nın kendisi bizler için sabit bir değer olma özelliğini koruyor mu? Yoksa o da farklı bazı açılımlara kurban mı ediliyor? Hak ve hakikat adına bir itminanın ve özgüvenin yansıması olarak söylediği sözde olduğu gibi bizler de insanları “Dön ve gel” diye çağırabileceğimiz bir şeylere sahip miyiz? Mevlana, neye davet ediyordu? Hakikate mi, yoksa günümüzde bazılarının onun öğretisini kullanarak yaptığı gibi belirsizliğe mi?
Açılıma derinlik kazandırmak derken bu meselenin bir veya birkaç alanda ve bugünden yarına halledilebilecek kolay bir mesele olmadığını da vurgulamak lazım.
“Stratejik Derinlik” gerekli ama tek başına yetmez. Bunun yanında “Metafizik Derinlik”, “Felsefi Derinlik”, “Siyaset ve Ahlak Derinliği”, “Adalet Derinliği”, “Edebiyat ve Sanat Derinliği”, “Kültür ve Medeniyet Derinliği”, … gerekiyor. Yeniden asıllara, köklere başvurmak gerekiyor, yenilenmek gerekiyor.
Belki de işe dil ve düşünce derinliğinden başlamak yerinde olur. Düşüncenin ufkunu çok zengin kavramlar ummanından uzaklaştırarak sadece bir kelimeyle sınırlandırdığınızda tabii ki hem dilde hem de tasavvur dünyanızda doğal olarak kısırlaşmayla yüz yüze geliyorsunuz. Nazar, itibar, tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul, teemmül, re’y, istidlal, tefakkuh, mükaşefe, rüya gibi afaka ve enfüse dair düşünce süreçlerini ifade eden kavramlarımızın zenginliğine ve derinliğine ihtiyacımız var.
Eskiden olduğu gibi yeniden, farklılıkları zenginlik olarak görebilmeliyiz. Moderniteyle birlikte üzerimize ağan tekçi anlayışları sorgulamalıyız. Yöntem ve okuma farklılıklarından yeni yöntemler devşirebilmeliyiz. Felasifenin, kelamiyyenin, sufiyyenin, selefiyyenin usul ve yöntem farklılıklarını geniş dairede harmanlayarak günümüze aktaracak metodolojik yaklaşımlara, geleneksel olanla modern olanı buluşturacak külli bakış açılarına ihtiyacımız var.
Hamiyyet sahibi felsefecilere, ilahiyatçılara, şairlere, edebiyatçılara, tarihçilere, siyasetçilere ihtiyacımız var.
Kısaca ve tekrar ederek söylemek gerekirse her alanda derinleşmeye ihtiyacımız var.
Not: Yazı Atölyesi dergisinin ilk sayısında yayınlanmıştır.
23 Kasım 2010 Salı
Temizlik ve Mutluluk Algımız
Temizlik ve Mutluluk Algısını Temizlemek
Veli Karataş
Yaşadığımız dönemde, hemen her konuda niceliğin egemenliğine boyun eğen, maddiyatı ön plana çıkararak, hayatı sadece görünen âleme indirgeyen bir anlayış hüküm sürüyor. Gündelik hayatta zaman, dakikaların hızına ayarlı. Teknoloji hayatı çok kolaylaştırdı, insan geçmişe göre çok hızlı hareket edebiliyor ama daima koşturmasına rağmen yine de yetişemiyor. Rakamlarla boğuşuyor sürekli. Hayatı, bir mücadele olarak algılıyor. Her şey hazlara endekslenmiş. Mutluluk, anlık ve maddi lezzetlerle sınırlanmış. Kısa vadeli geleceklere yatırım anlamında emeklilik ve sigorta öncelenirken, ebedi hayatın sigortaları unutulabiliyor. İnsanoğlu, güya hep gelecek endişesiyle yaşıyor. Ama “yaklaşmakta olup da yaklaşanı” hep öteliyor. Koşturmaktan düşünmeye vakit bulamıyor.
Durup dinlenme ve az da olsa düşünme imkanı bulduğunda bazı şeylerin yolunda gitmediğini görüyor. Mesela çevre kirliliğinin bir sorun haline geldiğini tespit edebiliyor. Ama burada bile hâkim paradigma onun gözünü yine maddi çevreye, toprağa, suya, havaya, yiyeceklere, giyeceklere odaklıyor ve ötelere bakmasına engel oluyor.
Günahlar ve kötülükler sebebiyle başta kalplerimiz olmak üzere manevi çevremizin kirlendiğini, bereketin kesildiğini, kanaat ve tevekkülün kalmadığını görmüyoruz, görmek istemiyoruz. Kalp hastalıklarının çoğaldığını görüyoruz ama sebeplerini göğüs boşluğunda taşıdığımız organın maddi unsurlarında arıyoruz. Huzursuzluğun, sıkıntıların, streslerin arttığına şahit oluyoruz ama tedavisi için asıl başvuru adreslerini ıskalayıp, kendisi tedaviye muhtaç insanların kapısına koşuyoruz.
Temizlik dediğimizde ilk aklımıza gelen maddi kirler, yani necaset. Elbiselerimizin temiz ve ütülü olmasına, dış görünüşümüze, evimizdeki eşyanın bakım ve temizliğine belki de gereğinden fazla özen gösteriyoruz. Bunlar da olmalı tabii ama hadesten taharet olmadan necasetten taharet yalnız başına yetmiyor. Aklının ve kalbinin yaralarını göz ardı edip de maddi kirlerle uğraşan kişi, özü bırakıp da kabuğa takılan kişi benzetmesine ne kadar da uyuyor.
Oysa asıl yapılması gereken, aklı, zihni ve kalbi manevi ya da hükmi kirler diyebileceğimiz kirlerden ve pisliklerden temizlemek. Tevbe ve istiğfarla, dualarla ve ubudiyetle, zekat, sadaka ve infakla, hayır ve hasenat işlerindeki gönüllü hizmetlerle arınmamız (tezkiye) isteniyor bizden. Ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olan kalplerimize manevi gıdalarını vermemiz gerekiyor.
Gönül tabiblerimizden Şah Veliyullah Dihlevi, insanın mutluluğa erişebilmesini dört haslete bağlıyor:
Birinci haslet, temizliktir. Ona göre bu temizlik, hem manevi kirlerden hem de maddi kirlerden taharet anlamında olmakla beraber, öncelikle manevi kirlerden arınmak anlamındadır.
İkinci haslet, Allah’a teslimiyettir. İnsan, Allah’ın kudsiyeti karşısında aczini anlayarak, her yönüyle ona teslim olmalıdır ki, kemal yolculuğunda gereken ön hazırlıkları yerine getirebilsin ve huzura layık hale gelebilsin.
Üçüncü haslet, semahattir. Şah Veliyullah, semahati nefsin çeşitli durumlarına göre bir hal olarak değerlendirmektedir. Mesela nefsin mal karşısındaki durumunda cömertlik; yeme, içme ve cinsel arzular karşısındaki durumunda iffet; sıkıntı ve meşakkatlerden uzak olmak isteği durumunda sabır; günahlar karşısında takva, semahat kavramının olumlu taraflarını ifade ederken, cimrilik, şehvet düşkünlüğü, tahammülsüzlük ve fasıklık olumsuz tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre semahat; cömertlik, iffet, sabır ve takva neticesinde ulaşılan bir haslettir.
Dördüncü haslet, adalettir. “Allah Teâlâ, dini yerleştirmek, insanları karanlıklardan ay¬dınlığa çıkarmak, insanlar arasında adaleti hâkim kılmak için bir peygamber gönderdiğinde, kim bu nurun yayılması için çalışır, insanlar içerisinde ona bir yer hazırlarsa, o rahmete ulaşır. Kim de onu reddetmek, sindirmek ve yok etmek için çalışırsa, o, melun ve rahmetten taşlanarak kovulmuş olur. Adalet vasfı, insanda yer et¬tiği zaman, o kişi ile Arşı taşıyan büyük melekler, ihsan ve bereke¬tin inmesine aracı olan ve Huzur’a yaklaştırılmış bulunan (mukarrabîn) melekler arasında bir müştereklik peydah olur ve bu, onunla sözü edilen melekler arasında açılmış bir kapı halini alır; böylece bu kapıdan onun üzerine meleklerin boyası iner de, kişi meleklerin rengini alır; nefsi meleklerin ilhamına ve onların verdiği işaretlerle harekete geçmeye kabiliyet kazanır.”
Şah Veliyullah’a göre bu dört hasleti taşıyan kişi fakih olur ve bu hasletlerle oluşan halete fıtrat denir. (Şah Veliyullah Dihlevi, Hüccetullahi’l-Baliğa, Mutluluğun Hakikati bölümü)
Bu mevzuda diğer bir kalp uzmanının ifadeleri de söylemek istediklerimizi tamamlar mahiyettedir.
İmam Gazzalî’ye göre temizliğin dört mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Zâhirî necaset ve pisliklerden temizlenmektir.
İkinci mertebe: Azaları günahlardan temizlemektir.
Üçüncü mertebe: Kalbi çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir.
Dördüncü Mertebe: Sırrı mâsivadan temizlemektir. Bu tür temizlik, temizliğin en yüksek derecesidir, ancak peygamberlere ve sıddîklara mahsustur.
Kalp amelinin en büyük hedefi; kalbi, güzel ahlâk, sahih ve meşrû inançlarla süslemektir, Kalp, bu iyi ahlâk ve meşrû inançların zıtlarından temizlenmedikçe onlarla sıfatlanamaz. Fâsıklık ve rezil inançlar atılmadıkça öbürleri kalpte yerleşemez. Bu bakımdan kalbin temizlenmesi, kalp amelinin yarısı ve ikinci yarısının da tamamlanmasında şart koşulan birinci parçasıdır. İşte temizlik, bundan dolayı ve bu mânâ ile imânın yarısı veya parçası olmaktadır.
Evet, basiret gözü kör olup, bu derecelerin farklılığını idrâk etmeyen bir kimse, taharetin mertebelerinden ancak, istenilen öze nisbetle kabuk mesabesinde bulunan en alt derecesini anlayabilir ve ötesine çıkamaz. Bu bakımdan, basireti kör olan bir kimse, ancak taharetin en basit mertebesine dalar ve onun mecralarını teker teker arar, bütün vaktini istincâ yapmak, elbise yıkamak, zahirin temizliğini yapmak ve bolca akan suları aramakla geçirip zayi eder.
Vesvese ve hayâlin hükmüyle, Allah tarafından istenilen şerefli taharetin sadece bu olduğu zannına kapılır. Selef-i sâlihînin sîretini bilmediği gibi, onların bütün vakitlerini kalbin temizlenmesine ve tefekküre sarfettiğini de bilmez. (İmam Gazzali, İhyau Ulumi’d-Din, Temizlik bölümü)
Efendimiz’in (s) “Taharet, imanın yarısıdır.” hadisini günümüzdeki gibi sadece maddi temizlikle sınırlı olarak algıladığımızda, anlamak zordur. Oysa İmam Gazzali’nin vukufiyetle işaret ettiği gibi buradaki temizlik öncelikli olarak manevi kirlerden, şirkten, küfürden, zulümden, günahlardan, kötülüklerden kalbi temizlemek anlamında olup, kalp amellerinin iki tahliyesinden birincisine atıfta bulunmaktadır. Yani öncelikli olarak kalbi kötülüklerden temizlemek ve boşaltmaktır. İkinci tahliye ise kalbi güzelliklerle, imanla, duayla, şükürle, tefekkürle süslemektir. (Türkçede ikisini de tahliye kelimesiyle ifade ettiğimiz bu amellerin, Arapçada birincisi noktalı, ikincisi noktasız ha ile yazılır.)
İmanın kalbe yerleşerek, insanı hayır istikametinde yönlendirebilmesi için öncelikli olarak kalbin şerlerden, kötülüklerden arındırılması gerekir. (Boşaltma anlamında tahliye). Bu temizlikten sonra kalp, imanın nuruyla aydınlanır ve güzel ahlakla süslenir. (Süsleme anlamında tahliye).
İşte tam da burada günümüzde sıkça kullanılan “kalp temizliği” kavramı da gerçek anlamına kavuşur. Bir kimsenin kalp temizliğinden bahsedebilmesi için doğal olarak şirkten, küfürden, zulümden, hayasızlıktan, fuhşiyattan ve münkerattan uzak olması, imanla, ibadetle, zikirle, şükürle, tefekkürle ve güzel ahlakla kalbini süslemiş olması gerekir. Aksi takdirde “benim kalbim temiz” sözü kuru bir iddiadan öteye gidemez ve sadece amelsizliklerin bahanesi olarak sığınılan aldatıcı bir kapıya dönüşür.
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.
Veli Karataş
Yaşadığımız dönemde, hemen her konuda niceliğin egemenliğine boyun eğen, maddiyatı ön plana çıkararak, hayatı sadece görünen âleme indirgeyen bir anlayış hüküm sürüyor. Gündelik hayatta zaman, dakikaların hızına ayarlı. Teknoloji hayatı çok kolaylaştırdı, insan geçmişe göre çok hızlı hareket edebiliyor ama daima koşturmasına rağmen yine de yetişemiyor. Rakamlarla boğuşuyor sürekli. Hayatı, bir mücadele olarak algılıyor. Her şey hazlara endekslenmiş. Mutluluk, anlık ve maddi lezzetlerle sınırlanmış. Kısa vadeli geleceklere yatırım anlamında emeklilik ve sigorta öncelenirken, ebedi hayatın sigortaları unutulabiliyor. İnsanoğlu, güya hep gelecek endişesiyle yaşıyor. Ama “yaklaşmakta olup da yaklaşanı” hep öteliyor. Koşturmaktan düşünmeye vakit bulamıyor.
Durup dinlenme ve az da olsa düşünme imkanı bulduğunda bazı şeylerin yolunda gitmediğini görüyor. Mesela çevre kirliliğinin bir sorun haline geldiğini tespit edebiliyor. Ama burada bile hâkim paradigma onun gözünü yine maddi çevreye, toprağa, suya, havaya, yiyeceklere, giyeceklere odaklıyor ve ötelere bakmasına engel oluyor.
Günahlar ve kötülükler sebebiyle başta kalplerimiz olmak üzere manevi çevremizin kirlendiğini, bereketin kesildiğini, kanaat ve tevekkülün kalmadığını görmüyoruz, görmek istemiyoruz. Kalp hastalıklarının çoğaldığını görüyoruz ama sebeplerini göğüs boşluğunda taşıdığımız organın maddi unsurlarında arıyoruz. Huzursuzluğun, sıkıntıların, streslerin arttığına şahit oluyoruz ama tedavisi için asıl başvuru adreslerini ıskalayıp, kendisi tedaviye muhtaç insanların kapısına koşuyoruz.
Temizlik dediğimizde ilk aklımıza gelen maddi kirler, yani necaset. Elbiselerimizin temiz ve ütülü olmasına, dış görünüşümüze, evimizdeki eşyanın bakım ve temizliğine belki de gereğinden fazla özen gösteriyoruz. Bunlar da olmalı tabii ama hadesten taharet olmadan necasetten taharet yalnız başına yetmiyor. Aklının ve kalbinin yaralarını göz ardı edip de maddi kirlerle uğraşan kişi, özü bırakıp da kabuğa takılan kişi benzetmesine ne kadar da uyuyor.
Oysa asıl yapılması gereken, aklı, zihni ve kalbi manevi ya da hükmi kirler diyebileceğimiz kirlerden ve pisliklerden temizlemek. Tevbe ve istiğfarla, dualarla ve ubudiyetle, zekat, sadaka ve infakla, hayır ve hasenat işlerindeki gönüllü hizmetlerle arınmamız (tezkiye) isteniyor bizden. Ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olan kalplerimize manevi gıdalarını vermemiz gerekiyor.
Gönül tabiblerimizden Şah Veliyullah Dihlevi, insanın mutluluğa erişebilmesini dört haslete bağlıyor:
Birinci haslet, temizliktir. Ona göre bu temizlik, hem manevi kirlerden hem de maddi kirlerden taharet anlamında olmakla beraber, öncelikle manevi kirlerden arınmak anlamındadır.
İkinci haslet, Allah’a teslimiyettir. İnsan, Allah’ın kudsiyeti karşısında aczini anlayarak, her yönüyle ona teslim olmalıdır ki, kemal yolculuğunda gereken ön hazırlıkları yerine getirebilsin ve huzura layık hale gelebilsin.
Üçüncü haslet, semahattir. Şah Veliyullah, semahati nefsin çeşitli durumlarına göre bir hal olarak değerlendirmektedir. Mesela nefsin mal karşısındaki durumunda cömertlik; yeme, içme ve cinsel arzular karşısındaki durumunda iffet; sıkıntı ve meşakkatlerden uzak olmak isteği durumunda sabır; günahlar karşısında takva, semahat kavramının olumlu taraflarını ifade ederken, cimrilik, şehvet düşkünlüğü, tahammülsüzlük ve fasıklık olumsuz tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre semahat; cömertlik, iffet, sabır ve takva neticesinde ulaşılan bir haslettir.
Dördüncü haslet, adalettir. “Allah Teâlâ, dini yerleştirmek, insanları karanlıklardan ay¬dınlığa çıkarmak, insanlar arasında adaleti hâkim kılmak için bir peygamber gönderdiğinde, kim bu nurun yayılması için çalışır, insanlar içerisinde ona bir yer hazırlarsa, o rahmete ulaşır. Kim de onu reddetmek, sindirmek ve yok etmek için çalışırsa, o, melun ve rahmetten taşlanarak kovulmuş olur. Adalet vasfı, insanda yer et¬tiği zaman, o kişi ile Arşı taşıyan büyük melekler, ihsan ve bereke¬tin inmesine aracı olan ve Huzur’a yaklaştırılmış bulunan (mukarrabîn) melekler arasında bir müştereklik peydah olur ve bu, onunla sözü edilen melekler arasında açılmış bir kapı halini alır; böylece bu kapıdan onun üzerine meleklerin boyası iner de, kişi meleklerin rengini alır; nefsi meleklerin ilhamına ve onların verdiği işaretlerle harekete geçmeye kabiliyet kazanır.”
Şah Veliyullah’a göre bu dört hasleti taşıyan kişi fakih olur ve bu hasletlerle oluşan halete fıtrat denir. (Şah Veliyullah Dihlevi, Hüccetullahi’l-Baliğa, Mutluluğun Hakikati bölümü)
Bu mevzuda diğer bir kalp uzmanının ifadeleri de söylemek istediklerimizi tamamlar mahiyettedir.
İmam Gazzalî’ye göre temizliğin dört mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Zâhirî necaset ve pisliklerden temizlenmektir.
İkinci mertebe: Azaları günahlardan temizlemektir.
Üçüncü mertebe: Kalbi çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir.
Dördüncü Mertebe: Sırrı mâsivadan temizlemektir. Bu tür temizlik, temizliğin en yüksek derecesidir, ancak peygamberlere ve sıddîklara mahsustur.
Kalp amelinin en büyük hedefi; kalbi, güzel ahlâk, sahih ve meşrû inançlarla süslemektir, Kalp, bu iyi ahlâk ve meşrû inançların zıtlarından temizlenmedikçe onlarla sıfatlanamaz. Fâsıklık ve rezil inançlar atılmadıkça öbürleri kalpte yerleşemez. Bu bakımdan kalbin temizlenmesi, kalp amelinin yarısı ve ikinci yarısının da tamamlanmasında şart koşulan birinci parçasıdır. İşte temizlik, bundan dolayı ve bu mânâ ile imânın yarısı veya parçası olmaktadır.
Evet, basiret gözü kör olup, bu derecelerin farklılığını idrâk etmeyen bir kimse, taharetin mertebelerinden ancak, istenilen öze nisbetle kabuk mesabesinde bulunan en alt derecesini anlayabilir ve ötesine çıkamaz. Bu bakımdan, basireti kör olan bir kimse, ancak taharetin en basit mertebesine dalar ve onun mecralarını teker teker arar, bütün vaktini istincâ yapmak, elbise yıkamak, zahirin temizliğini yapmak ve bolca akan suları aramakla geçirip zayi eder.
Vesvese ve hayâlin hükmüyle, Allah tarafından istenilen şerefli taharetin sadece bu olduğu zannına kapılır. Selef-i sâlihînin sîretini bilmediği gibi, onların bütün vakitlerini kalbin temizlenmesine ve tefekküre sarfettiğini de bilmez. (İmam Gazzali, İhyau Ulumi’d-Din, Temizlik bölümü)
Efendimiz’in (s) “Taharet, imanın yarısıdır.” hadisini günümüzdeki gibi sadece maddi temizlikle sınırlı olarak algıladığımızda, anlamak zordur. Oysa İmam Gazzali’nin vukufiyetle işaret ettiği gibi buradaki temizlik öncelikli olarak manevi kirlerden, şirkten, küfürden, zulümden, günahlardan, kötülüklerden kalbi temizlemek anlamında olup, kalp amellerinin iki tahliyesinden birincisine atıfta bulunmaktadır. Yani öncelikli olarak kalbi kötülüklerden temizlemek ve boşaltmaktır. İkinci tahliye ise kalbi güzelliklerle, imanla, duayla, şükürle, tefekkürle süslemektir. (Türkçede ikisini de tahliye kelimesiyle ifade ettiğimiz bu amellerin, Arapçada birincisi noktalı, ikincisi noktasız ha ile yazılır.)
İmanın kalbe yerleşerek, insanı hayır istikametinde yönlendirebilmesi için öncelikli olarak kalbin şerlerden, kötülüklerden arındırılması gerekir. (Boşaltma anlamında tahliye). Bu temizlikten sonra kalp, imanın nuruyla aydınlanır ve güzel ahlakla süslenir. (Süsleme anlamında tahliye).
İşte tam da burada günümüzde sıkça kullanılan “kalp temizliği” kavramı da gerçek anlamına kavuşur. Bir kimsenin kalp temizliğinden bahsedebilmesi için doğal olarak şirkten, küfürden, zulümden, hayasızlıktan, fuhşiyattan ve münkerattan uzak olması, imanla, ibadetle, zikirle, şükürle, tefekkürle ve güzel ahlakla kalbini süslemiş olması gerekir. Aksi takdirde “benim kalbim temiz” sözü kuru bir iddiadan öteye gidemez ve sadece amelsizliklerin bahanesi olarak sığınılan aldatıcı bir kapıya dönüşür.
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.
Fezailü'l-Kur'an
FEZAİLÜ’L-KUR’AN
Bir kitap düşünelim ki o kitabı inzal eden Yüce Allah, bu kitabı tüm insanlara bir “ikram” olarak sunarken, indirdiği ilk ayetlerde kendisini “Ekrem” sıfatıyla tanıtsın. Yine bu kitap “kerim bir elçi” olarak vasfedilen Cebrail vasıtasıyla “mekarim-i ahlakı” tamamlamak üzere gönderildiğini söyleyen “Resul-i Ekrem”e indirilsin. Bu kitabın kendisi de en meşhur kullanımıyla “Kur’an-ı Kerim” diye isimlendirilsin ve “mükerrem” kılınan insanoğluna ezeli bir hitap şeklinde, bir hidayet rehberi olsun.
Bir kitap düşünelim ki bu kitap, “Bu kitapta şüphe yoktur” ayetiyle (Bakara/2) başlasın, benzersiz olduğu ve bir benzerinin getirilemeyeceği konusunda meydan okusun (Bakara/24) ve en doğruya götürecek bir yol gösterici olduğu (İsra/9) iddiasında bulunsun.
Bizzat Rabbimiz tarafından Kur’an-ı Kerim bizlere şu özellikleriyle övülerek tanıtılsın:
1. Kur’an-ı Kerim, alemlerin Rabbi olan Allah katından indirilmiştir. Allah kelamıdır.
2. Doğru yolu gösteren ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık deliller halinde indirilmiştir.
3. Eğrilik, eksiklik, çelişki ve tutarsızlık yoktur.
4. Eşsizdir, benzersizdir.
5. Yüce, şerefli, aziz, hikmet dolu bir kitaptır.
6. Hidayet, rahmet ve şifa kaynağıdır.
7. Nurdur, öğüttür, uyarı ve müjdedir.
8. Furkandır, zikirdir, beyandır, burhandır, mübarektir.
9. Hablullahtır, Allah’ın sapasağlam ipidir.
10. Basiret kaynağıdır.
11. Karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
12. Haktır, apaçık ve kesin bilgidir.
13. İnanılacak tek sözdür, ahsenü’l-hadistir, sözlerin en güzelidir.
14. Büyük ve çok önemli bir haberdir.
15. Dinleyenlerde hayranlık uyandırır.
16. İnananları müjdeler, onların imanını artırır ve onlara sebat verir.
17. İnkar edenleri korkutur, zalimlerin hüsranını artırır.
18. Aciz bırakıcı ve özlü bir kitaptır. Ayetleri muhkemdir.
19. Korunmuş bir kitaptır.
20. Anlaşılır ve kolaylaştırılmış bir kitaptır.
21. …
Ve Resul-i Ekrem Efendimiz (s), Kur’an-ı Kerim hakkında şu övgülerde bulunsun:
“Sizin en hayırlınız Kur'ân’ı öğrenen ve öğretendir.”
“Resûlullah "Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler olacak!" buyurdu. "Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah'ın Resûlü?" denildi. Buyurdu: "Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir; şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. Hevalar onun sayesinde kaymaz. Görüşler onun sayesinde dağılmaz. Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur."
"Şüphesiz bu Kur'an, Allah'ın ziyafet yemeğidir. Binaenaleyh, ondan gücünüzün yettiğince alın. Ayrıca ben gerçekten, içinde Allah'ın Kitab'ından birşey bulunmayan evden daha hakir hiçbir şey bilmiyorum. İçinde Allah'ın Kitab'ından birşey bulunmayan kalb de, hiç oturanı olmayan evin boş ve haraplığı gibi boş ve haraptır!"
"Bu Kur'an'ı öğreniniz. Çünkü size, onu okumadan dolayı her bir harfe karşılık on sevap verilecektir. Şunu iyi bilin ki, ben Elif-Lâm-Mim'e karşılık değil, fakat Elif, Lâm ve Mim'e, yani her bir harfe karşılık on sevap olacağını söylüyorum!"
"Hakikaten ev, içinde Kur'an okunmakla sakinlerine genişler, melekler onda hazır bulunur, şeytanlar onu terkeder ve onun iyiliği çok olur. Ev, içinde Kur'an okunmamakla sakinlerine daralır, melekler onu terkeder, şeytanlar onda hazır bulunur ve onun iyiliği az olur!"
"Kur'an'ı okuyun! Çünkü bu, Kıyamet günü ne güzel şefaatçidir! O, Kıyamet günü (okuyucusu için); "Yâ Rabbi, onu şeref süsü ile süsle!" diyecek de (okuyucu) şeref süsü ile süslenecek; "Yâ Rabbi, ona şeref elbisesi giydir!" diyecek de ona şeref elbisesi giydirilecek; "Yâ rabbi, ona şeref tacı giydir!" diyecek de ona şeref tacı giydirilecektir. (O daha sonra); "Yâ Rabbi, ondan razı ol! Zira senin razılığından sonra hiçbir şey yoktur!" diyecektir."
"Şüphe yok ki, Allah'ın insanlardan dostları vardır!" "Onlar kimlerdir, ya Resulallah?" denildi. "Kur'an ehli (yani Kur'anı okuyup ona göre hareket edenler)!" buyurdu.
"Bazı insanlara (olgun) iman verilir, Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilmez. Onların bazısına ise Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilir, (olgun) iman verilmez. Onların bazısına da hem Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti), hem (de olgun) iman verilir. Bazılarına ise Kur'an'ı (okuma, anlama kabiliyeti) de, (olgun) iman da verilmez!" (Hz. Ali) sonra bunları bir misâlle açıklayıp şöyle dedi: "Kendisine (olgun) iman verilen, ama Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilmeyen kimseye gelince, onun durumu kuru hurmanın durumu gibidir. Tatlıdır, ama hiç kokusu yoktur! Kendisine Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilen, (ancak olgun) iman verilmeyen kimsenin durumu ise, kokusu güzel, tadı acı olan mersin ağacının (meyvesinin) durumu gibidir. Kendisine hem Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti), hem de (olgun) iman verilen kimseye gelince, (onun durumu da) kokusu güzel, tatlı olan turunç (meyvesinin) durumu gibidir. Kendisine Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) de, (olgun) iman da verilmeyen kimsenin (durumu) ise, tadı acı olan, hiç kokusu da bulunmayan Ebucehil karpuzunun durumu gibidir!"
“Kur'an-ı Kerim'i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı -güneşi evle¬rinizin içinde farzetseniz- dünya evlerindeki güneş ışığından daha gü¬zeldir. O halde Kur'an'ı bizzat öğrenen hakkında ne düşünürüsünüz? (Onun sevabını siz takdir edin).”
“Bir cemaat Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.”
“Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur’an okumaktır.”
“Her kime Kur’an okuma nimeti verilir de o, başka bir kimseye kendine verilenden daha büyük bir nimet verildiğini düşünürse, Allah’ın büyük saydığını küçümsemiş olur.”
“Muhakkak ki şu kalpler demir gibi pas tutar. Bunun üzerine “Ey Allah’ın Resulü! O kalplerin pası ne ile çıkarılır? (Cilası nedir?) denildiğinde buyurdu ki: Kur’an’ı okumak ve ölümü hatırlamak.”
“Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir”
“Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar”
“Kur’an’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’an’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır. ”
“Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse. ”
Kur’an-ı Kerim’in faziletine ve değerine ilişkin tüm bu ayet ve hadislere rağmen biz hala bu kitabı okumaktan, öğrenmekten, anlamaktan, gereğince amel etmekten uzak duruyorsak, ona gereken değeri vermiyorsak ve onun gösterdiği yolda yürümüyorsak: Bu ne büyük bir zarar, ne acı bir aldanış, ne kötü bir hüsrandır! Rabbimiz bizleri böyle bir aldanış ve hüsrandan muhafaza buyursun!
Ne mutlu bu ikram sofrasından nasiplenenlere, ne mutlu Kur’an-ı Kerim’i öğrenenlere ve öğretenlere!
Evet Kur’an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki Bediüzzaman Said Nursi tarafından şu şekilde tarif edilmektedir:
“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitâb-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddîkînin ve urefa ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitâb-ı semavîdir.
Kur'ân, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün semavât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, Kelâmullah ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'ân'dan sonra, sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi, has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecellî ile, cüz'î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyanın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ; ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gayesi bilmüşahede saadet-i ebediye; içi bilbedahe hâlis hidayet; üstü bizzarure envar-ı iman; altı biilmilyakîn delil ve burhan; sağı bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu biaynilyakîn teshir-i akıl ve iz'an; meyvesi bihakkilyakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revacı, bi'l-hadsi's-sadık makbul-ü melek ve ins ve cân bir kitab-ı semavîdir.” (İşârâtü’l- İ’câz)
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.
Bir kitap düşünelim ki o kitabı inzal eden Yüce Allah, bu kitabı tüm insanlara bir “ikram” olarak sunarken, indirdiği ilk ayetlerde kendisini “Ekrem” sıfatıyla tanıtsın. Yine bu kitap “kerim bir elçi” olarak vasfedilen Cebrail vasıtasıyla “mekarim-i ahlakı” tamamlamak üzere gönderildiğini söyleyen “Resul-i Ekrem”e indirilsin. Bu kitabın kendisi de en meşhur kullanımıyla “Kur’an-ı Kerim” diye isimlendirilsin ve “mükerrem” kılınan insanoğluna ezeli bir hitap şeklinde, bir hidayet rehberi olsun.
Bir kitap düşünelim ki bu kitap, “Bu kitapta şüphe yoktur” ayetiyle (Bakara/2) başlasın, benzersiz olduğu ve bir benzerinin getirilemeyeceği konusunda meydan okusun (Bakara/24) ve en doğruya götürecek bir yol gösterici olduğu (İsra/9) iddiasında bulunsun.
Bizzat Rabbimiz tarafından Kur’an-ı Kerim bizlere şu özellikleriyle övülerek tanıtılsın:
1. Kur’an-ı Kerim, alemlerin Rabbi olan Allah katından indirilmiştir. Allah kelamıdır.
2. Doğru yolu gösteren ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık deliller halinde indirilmiştir.
3. Eğrilik, eksiklik, çelişki ve tutarsızlık yoktur.
4. Eşsizdir, benzersizdir.
5. Yüce, şerefli, aziz, hikmet dolu bir kitaptır.
6. Hidayet, rahmet ve şifa kaynağıdır.
7. Nurdur, öğüttür, uyarı ve müjdedir.
8. Furkandır, zikirdir, beyandır, burhandır, mübarektir.
9. Hablullahtır, Allah’ın sapasağlam ipidir.
10. Basiret kaynağıdır.
11. Karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
12. Haktır, apaçık ve kesin bilgidir.
13. İnanılacak tek sözdür, ahsenü’l-hadistir, sözlerin en güzelidir.
14. Büyük ve çok önemli bir haberdir.
15. Dinleyenlerde hayranlık uyandırır.
16. İnananları müjdeler, onların imanını artırır ve onlara sebat verir.
17. İnkar edenleri korkutur, zalimlerin hüsranını artırır.
18. Aciz bırakıcı ve özlü bir kitaptır. Ayetleri muhkemdir.
19. Korunmuş bir kitaptır.
20. Anlaşılır ve kolaylaştırılmış bir kitaptır.
21. …
Ve Resul-i Ekrem Efendimiz (s), Kur’an-ı Kerim hakkında şu övgülerde bulunsun:
“Sizin en hayırlınız Kur'ân’ı öğrenen ve öğretendir.”
“Resûlullah "Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler olacak!" buyurdu. "Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah'ın Resûlü?" denildi. Buyurdu: "Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir; şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. Hevalar onun sayesinde kaymaz. Görüşler onun sayesinde dağılmaz. Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur."
"Şüphesiz bu Kur'an, Allah'ın ziyafet yemeğidir. Binaenaleyh, ondan gücünüzün yettiğince alın. Ayrıca ben gerçekten, içinde Allah'ın Kitab'ından birşey bulunmayan evden daha hakir hiçbir şey bilmiyorum. İçinde Allah'ın Kitab'ından birşey bulunmayan kalb de, hiç oturanı olmayan evin boş ve haraplığı gibi boş ve haraptır!"
"Bu Kur'an'ı öğreniniz. Çünkü size, onu okumadan dolayı her bir harfe karşılık on sevap verilecektir. Şunu iyi bilin ki, ben Elif-Lâm-Mim'e karşılık değil, fakat Elif, Lâm ve Mim'e, yani her bir harfe karşılık on sevap olacağını söylüyorum!"
"Hakikaten ev, içinde Kur'an okunmakla sakinlerine genişler, melekler onda hazır bulunur, şeytanlar onu terkeder ve onun iyiliği çok olur. Ev, içinde Kur'an okunmamakla sakinlerine daralır, melekler onu terkeder, şeytanlar onda hazır bulunur ve onun iyiliği az olur!"
"Kur'an'ı okuyun! Çünkü bu, Kıyamet günü ne güzel şefaatçidir! O, Kıyamet günü (okuyucusu için); "Yâ Rabbi, onu şeref süsü ile süsle!" diyecek de (okuyucu) şeref süsü ile süslenecek; "Yâ Rabbi, ona şeref elbisesi giydir!" diyecek de ona şeref elbisesi giydirilecek; "Yâ rabbi, ona şeref tacı giydir!" diyecek de ona şeref tacı giydirilecektir. (O daha sonra); "Yâ Rabbi, ondan razı ol! Zira senin razılığından sonra hiçbir şey yoktur!" diyecektir."
"Şüphe yok ki, Allah'ın insanlardan dostları vardır!" "Onlar kimlerdir, ya Resulallah?" denildi. "Kur'an ehli (yani Kur'anı okuyup ona göre hareket edenler)!" buyurdu.
"Bazı insanlara (olgun) iman verilir, Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilmez. Onların bazısına ise Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilir, (olgun) iman verilmez. Onların bazısına da hem Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti), hem (de olgun) iman verilir. Bazılarına ise Kur'an'ı (okuma, anlama kabiliyeti) de, (olgun) iman da verilmez!" (Hz. Ali) sonra bunları bir misâlle açıklayıp şöyle dedi: "Kendisine (olgun) iman verilen, ama Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilmeyen kimseye gelince, onun durumu kuru hurmanın durumu gibidir. Tatlıdır, ama hiç kokusu yoktur! Kendisine Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) verilen, (ancak olgun) iman verilmeyen kimsenin durumu ise, kokusu güzel, tadı acı olan mersin ağacının (meyvesinin) durumu gibidir. Kendisine hem Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti), hem de (olgun) iman verilen kimseye gelince, (onun durumu da) kokusu güzel, tatlı olan turunç (meyvesinin) durumu gibidir. Kendisine Kur'an'ı (okuma-anlama kabiliyeti) de, (olgun) iman da verilmeyen kimsenin (durumu) ise, tadı acı olan, hiç kokusu da bulunmayan Ebucehil karpuzunun durumu gibidir!"
“Kur'an-ı Kerim'i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı -güneşi evle¬rinizin içinde farzetseniz- dünya evlerindeki güneş ışığından daha gü¬zeldir. O halde Kur'an'ı bizzat öğrenen hakkında ne düşünürüsünüz? (Onun sevabını siz takdir edin).”
“Bir cemaat Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.”
“Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur’an okumaktır.”
“Her kime Kur’an okuma nimeti verilir de o, başka bir kimseye kendine verilenden daha büyük bir nimet verildiğini düşünürse, Allah’ın büyük saydığını küçümsemiş olur.”
“Muhakkak ki şu kalpler demir gibi pas tutar. Bunun üzerine “Ey Allah’ın Resulü! O kalplerin pası ne ile çıkarılır? (Cilası nedir?) denildiğinde buyurdu ki: Kur’an’ı okumak ve ölümü hatırlamak.”
“Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir”
“Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar”
“Kur’an’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’an’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır. ”
“Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse. ”
Kur’an-ı Kerim’in faziletine ve değerine ilişkin tüm bu ayet ve hadislere rağmen biz hala bu kitabı okumaktan, öğrenmekten, anlamaktan, gereğince amel etmekten uzak duruyorsak, ona gereken değeri vermiyorsak ve onun gösterdiği yolda yürümüyorsak: Bu ne büyük bir zarar, ne acı bir aldanış, ne kötü bir hüsrandır! Rabbimiz bizleri böyle bir aldanış ve hüsrandan muhafaza buyursun!
Ne mutlu bu ikram sofrasından nasiplenenlere, ne mutlu Kur’an-ı Kerim’i öğrenenlere ve öğretenlere!
Evet Kur’an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki Bediüzzaman Said Nursi tarafından şu şekilde tarif edilmektedir:
“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitâb-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddîkînin ve urefa ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitâb-ı semavîdir.
Kur'ân, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün semavât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, Kelâmullah ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'ân'dan sonra, sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi, has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecellî ile, cüz'î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyanın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ; ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gayesi bilmüşahede saadet-i ebediye; içi bilbedahe hâlis hidayet; üstü bizzarure envar-ı iman; altı biilmilyakîn delil ve burhan; sağı bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu biaynilyakîn teshir-i akıl ve iz'an; meyvesi bihakkilyakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revacı, bi'l-hadsi's-sadık makbul-ü melek ve ins ve cân bir kitab-ı semavîdir.” (İşârâtü’l- İ’câz)
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.
Etiketler:
fezail,
Kur'an,
Kur'an-ı Kerim'in fazileti
Ramazan Ayının Değerini Bilmek
RAMAZAN AYININ DEĞERİNİ BİLMEK
Ramazan ayı her şeyden önce Kur’an ayı olduğu için değerlidir. Kur’an, içinde bin aydan daha değerli olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu Ramazan ayında indirilmeye başlamıştır. Yüce Rabbimiz, Ramazan ayını anlatırken adeta onun değerini Kur’an’a bağlamaktadır: “Ramazan ayı ki, insanlar için hidayet olan Kur'an, doğru yolu gösteren ve hak ile batılı ayıran apaçık deliller halinde onda indirilmiştir.” (Bakara 2/185)
Ramazan ayını değerli kılan Kur’an’ın kendisi de pek çok özelliği itibariyle bizler için hayati değeri olan bir kitaptır. Onun bazı özellikleri Hz. Peygamber (s) tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
“Resûlullah "Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler olacak!" buyurdu. "Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah'ın Resûlü?" denildi. Buyurdu: "Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir; şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. Hevalar onun sayesinde kaymaz. Görüşler onun sayesinde dağılmaz. Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur." (Ahmed b. Hanbel, 1, 91; Darimi, Fezailü'l-Kur'an, 1; Tirmizi, Sevabü'l-Kur'an 14)
Ramazan ayı sabır ayıdır. Oruçlu insan sadece açlığa ve susuzluğa değil, her türlü masiyete karşı sabretmeyi öğrenir, Ramazan’da. Çünkü “oruç sabrın yarısıdır.” (Tirmizi, Daavat 86, 87) ve “oruç bir kalkandır.” (Buhari, Savm 9; Tirmizi, İman 8)
Ramazan ayı şükür ve ibadet ayıdır. Allah’ın rububiyeti ve kulların ubudiyeti en ziyade Ramazan ayında ortaya çıkar. İnanan insanlar Ramazan ayında nimetin esas malikinin Allah olduğunu ve O’nun izni olmaksızın helal nimetlere dahi el uzatamadıklarını idrak ederler. O’nun iznini aldıktan sonra da kemal-i afiyetle ve şükür duyguları içerisinde Ramazan ayının bereketli nimetlerinden yiyip içerek hamd ü sena ederler. Hamd ve şükrün en belirgin göstergeleri olarak ibadetler Ramazan ayında ziyadeleşir. Gündüzlerinde orucun yanında mukabeleler, zikirler, tesbihler, istiğfarlar, gecelerinde teravih namazları, salavatlar, dualar ve son günlerinde itikaf sünnetiyle Ramazan ayı mü’min gönüllerin ibadet coşkusuyla dolup taştığı müstesna bir zaman dilimidir.
Ramazan ayı oruçla “insanın kendini tuttuğu” takva ayıdır. Nihai hedef olarak orucun bizlere ve bizden öncekilere farz kılınması, insanı takvaya ulaştırmak içindir. (Bakara 2/183) Yani büyük günahları işlememe, küçüklerden kaçınma ve farzları yerine getirme çabasında insan oruçla kendini tutmayı öğrenmekte, kendini korumakta, sorumluluk bilincine ulaşmakta, müteyakkız olmakta, tüm bunların neticesinde sakınan, müttaki bir kul olma özelliği kazanmaktadır.
Ramazan ayı yardımlaşma ayıdır. İkramları, ihsanları, infakları, sadakaları, fitreleri, zekatlarıyla her türlü yardımlaşma duygusu Ramazan ayıyla birlikte zirveye ulaşır. Oruç, açlığın, yoksulluğun ne demek olduğunu öğrettiği gibi, açları ve yoksulları düşünmek gerektiğini de öğretir. Bu yönüyle Ramazan ayında sadece bireysel kazançlar ve ferdi menfaatler değil, toplumsal hassasiyetler, yardımlaşma ve dayanışma duyguları da harekete geçer. Ramazan ayıyla birlikte hayırlar ve bereketler bütün insanlığı kuşatacak şekilde genişler, cömertlik duyguları ziyadeleşir.
Ramazan bağışlanma ayıdır. “Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, İman 28; Savm 6; Müslim, Sıyam 203) Ramazan ayının “başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem ateşinden kurtuluş” olarak ifade edilmektedir.
Ramazan ayı bir fırsatlar ayıdır. Sınırları çizilmiş ve adeta “bu sayılı günleri iyi değerlendirin” denilen bir aydır. Ramazan ayı mü’minler için bire bin verilen karlı bir ticaret mevsimi, ahiret azığı edinmenin en kazançlı günleridir. Gerçek manada ruhuna uygun bir şekilde yaşanılan bir Ramazan ayı, seksen küsur yıllık bir ömrün kazancını tek başına sağlayabilmektedir.
Ramazan ayı kötü davranışları ve alışkanlıkları bırakmaya, salih amelleri çoğaltmaya ve güzel alışkanlıklar edinmeye vesile kılınacak bir aydır. Çünkü “Ramazan ayı geldiğinde cehennem kapıları kapatılmakta, cennet kapıları sonuna kadar açılmakta, şeytanlar da zincire vurulmaktadır.” (Buhari, Savm 5; Müslim, Sıyam 1-5)
Ramazan ayıyla birlikte ruhlar arınır, kalpler Allah’ın çokça zikriyle huzura kavuşur, nefisler gemlenir, bedenler de dinginliğe ulaşır.
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Şâban ayının son günü Allah’ın Rasûlü ashâba şöyle hitap buyurdu:
“Ey insanlar! Büyük ve bereketli bir ay gölgesini üzerinize saldı. Bu ayda bin aydan daha hayırlı olan bir gece (Kadir gecesi) vardır. Allah bu ayın orucunu farz kıldı. Gecelerini ibâdetle (değerlendirmeyi) öğütledi. Allah’ın sevgisine ermek için kim bu ayda bir hayır yaparsa Ramazanın dışında yetmiş hayır yapan kişi gibi sevap kazanır. Kim de bu ayda bir farz yaparsa bu ayın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap alır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın mükâfâtı ise Cennettir. (Bu ay) yardımlaşma ayıdır. Mü’minlerin rızıklarının arttırılacağı aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına ve nefsinin Cehennemden kurtulmasına (sebep) olur. Ayrıca, (ikram, ihsân ve yardım ettiği) oruçlunun sevâbından eksiltilmeksizin ona, iftar verdiği oruçlunun mükâfâtı gibi mükâfât verilir. Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret/bağışlanma ve sonu da Cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Her kim, yönetimi altında bulunan kişinin işini azaltırsa Allah onu bağışlar ve onu Cehennemden kurtarır. Bu ayda dört ameli çok yapınız. (Bunlardan) İkisi ile Rabbinizi râzı edersiniz. İkisini yapmaya ise daima muhtaçsınız. Rabbinizi râzı edeceğiniz iki amel; Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet (etmeniz) ve O’ndan affınızı dilemenizdir. Yapmaya muhtaç olduğunuz iki amel ise, Allah’tan Cenneti istemeniz ve Cehennem ateşinden O’na sığınmanızdır. Her kim oruçluya su içirirse, Allah ona benim havzımdan su içirir ve o Cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (et-Terğîb, II/94-95; Hayâtu’s-Sahâbe, 3/384)
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.
Ramazan ayı her şeyden önce Kur’an ayı olduğu için değerlidir. Kur’an, içinde bin aydan daha değerli olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu Ramazan ayında indirilmeye başlamıştır. Yüce Rabbimiz, Ramazan ayını anlatırken adeta onun değerini Kur’an’a bağlamaktadır: “Ramazan ayı ki, insanlar için hidayet olan Kur'an, doğru yolu gösteren ve hak ile batılı ayıran apaçık deliller halinde onda indirilmiştir.” (Bakara 2/185)
Ramazan ayını değerli kılan Kur’an’ın kendisi de pek çok özelliği itibariyle bizler için hayati değeri olan bir kitaptır. Onun bazı özellikleri Hz. Peygamber (s) tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
“Resûlullah "Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler olacak!" buyurdu. "Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah'ın Resûlü?" denildi. Buyurdu: "Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir; şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. Hevalar onun sayesinde kaymaz. Görüşler onun sayesinde dağılmaz. Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur." (Ahmed b. Hanbel, 1, 91; Darimi, Fezailü'l-Kur'an, 1; Tirmizi, Sevabü'l-Kur'an 14)
Ramazan ayı sabır ayıdır. Oruçlu insan sadece açlığa ve susuzluğa değil, her türlü masiyete karşı sabretmeyi öğrenir, Ramazan’da. Çünkü “oruç sabrın yarısıdır.” (Tirmizi, Daavat 86, 87) ve “oruç bir kalkandır.” (Buhari, Savm 9; Tirmizi, İman 8)
Ramazan ayı şükür ve ibadet ayıdır. Allah’ın rububiyeti ve kulların ubudiyeti en ziyade Ramazan ayında ortaya çıkar. İnanan insanlar Ramazan ayında nimetin esas malikinin Allah olduğunu ve O’nun izni olmaksızın helal nimetlere dahi el uzatamadıklarını idrak ederler. O’nun iznini aldıktan sonra da kemal-i afiyetle ve şükür duyguları içerisinde Ramazan ayının bereketli nimetlerinden yiyip içerek hamd ü sena ederler. Hamd ve şükrün en belirgin göstergeleri olarak ibadetler Ramazan ayında ziyadeleşir. Gündüzlerinde orucun yanında mukabeleler, zikirler, tesbihler, istiğfarlar, gecelerinde teravih namazları, salavatlar, dualar ve son günlerinde itikaf sünnetiyle Ramazan ayı mü’min gönüllerin ibadet coşkusuyla dolup taştığı müstesna bir zaman dilimidir.
Ramazan ayı oruçla “insanın kendini tuttuğu” takva ayıdır. Nihai hedef olarak orucun bizlere ve bizden öncekilere farz kılınması, insanı takvaya ulaştırmak içindir. (Bakara 2/183) Yani büyük günahları işlememe, küçüklerden kaçınma ve farzları yerine getirme çabasında insan oruçla kendini tutmayı öğrenmekte, kendini korumakta, sorumluluk bilincine ulaşmakta, müteyakkız olmakta, tüm bunların neticesinde sakınan, müttaki bir kul olma özelliği kazanmaktadır.
Ramazan ayı yardımlaşma ayıdır. İkramları, ihsanları, infakları, sadakaları, fitreleri, zekatlarıyla her türlü yardımlaşma duygusu Ramazan ayıyla birlikte zirveye ulaşır. Oruç, açlığın, yoksulluğun ne demek olduğunu öğrettiği gibi, açları ve yoksulları düşünmek gerektiğini de öğretir. Bu yönüyle Ramazan ayında sadece bireysel kazançlar ve ferdi menfaatler değil, toplumsal hassasiyetler, yardımlaşma ve dayanışma duyguları da harekete geçer. Ramazan ayıyla birlikte hayırlar ve bereketler bütün insanlığı kuşatacak şekilde genişler, cömertlik duyguları ziyadeleşir.
Ramazan bağışlanma ayıdır. “Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, İman 28; Savm 6; Müslim, Sıyam 203) Ramazan ayının “başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem ateşinden kurtuluş” olarak ifade edilmektedir.
Ramazan ayı bir fırsatlar ayıdır. Sınırları çizilmiş ve adeta “bu sayılı günleri iyi değerlendirin” denilen bir aydır. Ramazan ayı mü’minler için bire bin verilen karlı bir ticaret mevsimi, ahiret azığı edinmenin en kazançlı günleridir. Gerçek manada ruhuna uygun bir şekilde yaşanılan bir Ramazan ayı, seksen küsur yıllık bir ömrün kazancını tek başına sağlayabilmektedir.
Ramazan ayı kötü davranışları ve alışkanlıkları bırakmaya, salih amelleri çoğaltmaya ve güzel alışkanlıklar edinmeye vesile kılınacak bir aydır. Çünkü “Ramazan ayı geldiğinde cehennem kapıları kapatılmakta, cennet kapıları sonuna kadar açılmakta, şeytanlar da zincire vurulmaktadır.” (Buhari, Savm 5; Müslim, Sıyam 1-5)
Ramazan ayıyla birlikte ruhlar arınır, kalpler Allah’ın çokça zikriyle huzura kavuşur, nefisler gemlenir, bedenler de dinginliğe ulaşır.
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Şâban ayının son günü Allah’ın Rasûlü ashâba şöyle hitap buyurdu:
“Ey insanlar! Büyük ve bereketli bir ay gölgesini üzerinize saldı. Bu ayda bin aydan daha hayırlı olan bir gece (Kadir gecesi) vardır. Allah bu ayın orucunu farz kıldı. Gecelerini ibâdetle (değerlendirmeyi) öğütledi. Allah’ın sevgisine ermek için kim bu ayda bir hayır yaparsa Ramazanın dışında yetmiş hayır yapan kişi gibi sevap kazanır. Kim de bu ayda bir farz yaparsa bu ayın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap alır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın mükâfâtı ise Cennettir. (Bu ay) yardımlaşma ayıdır. Mü’minlerin rızıklarının arttırılacağı aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına ve nefsinin Cehennemden kurtulmasına (sebep) olur. Ayrıca, (ikram, ihsân ve yardım ettiği) oruçlunun sevâbından eksiltilmeksizin ona, iftar verdiği oruçlunun mükâfâtı gibi mükâfât verilir. Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret/bağışlanma ve sonu da Cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Her kim, yönetimi altında bulunan kişinin işini azaltırsa Allah onu bağışlar ve onu Cehennemden kurtarır. Bu ayda dört ameli çok yapınız. (Bunlardan) İkisi ile Rabbinizi râzı edersiniz. İkisini yapmaya ise daima muhtaçsınız. Rabbinizi râzı edeceğiniz iki amel; Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet (etmeniz) ve O’ndan affınızı dilemenizdir. Yapmaya muhtaç olduğunuz iki amel ise, Allah’tan Cenneti istemeniz ve Cehennem ateşinden O’na sığınmanızdır. Her kim oruçluya su içirirse, Allah ona benim havzımdan su içirir ve o Cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (et-Terğîb, II/94-95; Hayâtu’s-Sahâbe, 3/384)
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Siyer-i Nebi dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.
12 Ağustos 2010 Perşembe
BİLGİNİN KAYNAKLARI MESELESİ
BİLGİNİN KAYNAKLARI MESELESİ
İnsanlığın genel düşünce tarihi söz konusu edildiğinde felsefenin, felsefeden bahsedildiğinde de en temel başlıklardan biri olan bilgi meselesinin önemi öteden beri bilinen bir hakikattir. Felsefenin meseleleri ana hatlarıyla üç ana başlıkta değerlendirilmektedir. Bunlardan varlık konusu ontoloji; bilgi konusu epistemoloji; değer konusu da aksiyoloji başlığı altında ele alınmaktadır.
Epistemoloji, felsefe sözlüklerinde, bilgiyi genel olarak ele alan, bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu ve sınırlarını inceleyen felsefe dalı olarak tarif edilmektedir. Üzerinde ittifak sağlanamayan alanlardan biri olan epistemolojinin tam olarak ne olduğu, nasıl tarif edilmesi gerektiği ve nasıl ele alınması gerektiği konusunda genel anlayışların dışında farklı yaklaşımlar da vardır. Bilgi felsefesi, bilgi kuramı, bilgi teorisi, marifet nazariyesi, bilimler felsefesi, bilim metodolojisi, bilginin incelenmesi, gnoseoloji, bilimlerin tarihini, metotlarını ve ilkelerini inceleyen disiplin, bilginin temellerinin öğretisi, bilimler kritiği, bilimsel metodun teorisi veya mantığı gibi daha pek çok tarif yapılmaktadır. (Bu konuda yapılan tarifler ve kendi özgün tarifi için bakınız: Özemre, Ahmet Yüksel, “Epistemolojinin Tanımı ve İşlevi”, Umran Dergisi, sayı: 154, Haziran 2007, s. 54-60), http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=259&Itemid=57
Kendisine yüklenen anlamlar açısından epistemoloji yeni ve tartışmalı bir kavram olmakla birlikte ele aldığı konular felsefe tarihi kadar eskidir. Epistemolojinin alt başlıkları olarak bilginin mahiyeti psikoloji tarafından, bilginin kuralları mantık tarafından, bilginin değeri ise metafizik tarafından incelenmektedir.
İslam düşüncesi açısından meseleye yaklaşıldığında epistemolojinin alanına giren hususlar daha ziyade kelam disiplininin klasikleri içerisinde bahis mevzuu edilmiştir. Bilgi meselesinin müstakil bir başlık halinde ele alınması İmam Maturidi (ö. 333/944) ile başlamış ve daha sonra kelam tarihinde bir gelenek olarak devam ettirilmiştir. Tabii ki mesele sadece kelamcılarla sınırlı kalmamış, İslam filozofları ve mutasavvıflar tarafından da değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
Bilginin imkanı ve değeri konusunda felsefe tarihinde akılcı dogmatizm, rasyonalizm, sofistler, septisizm, agnostisizm, rölativizm, tenkitçi rölativizm, pozitivist rölativizm, empirizm, pragmatizm, diyalektik materyalizm gibi ekoller ve anlayışlar oluşmuştur. İslam düşüncesinde bilginin imkanı konusunda neredeyse bir ittifak söz konusudur ve bu konudaki anlayışlar genelde “eşyanın hakikatı sabittir” prensibi çerçevesinde temellendirilmiştir.
Bilginin kaynağı meselesine gelince felsefe tarihinde bu konu etrafında oluşan ekolleri şu şekilde sıralayabiliriz: Empirizm: duyumcu empirizm (sensüalizm), çağrışımcı empirizm, evrimci empirizm, materyalist empirizm, pozitivizm ve sosyolojizm. Rasyonalizm; inneizm, apriorizm, kritisizm; İntüisyonizm; Fideizm; Mistisizm; Fenomenoloji; Aktivist teoriler: biyolojik teori, pragmatist teori, teknikçi teori.
İslam düşüncesinde bilgi meselesine gelince bu konuda en temel iki kavramın ilim ve marifet kavramları olduğunu, genel anlamda oluşan ekolleri de selefiyye, kelamiyye, sufiyye ve felasife başlıkları altında değerlendirebileceğimizi söyleyebiliriz.
İslam düşünce tarihinde dinin anlaşılması ve yaşanması konusunda farklı usuller, bu usul farklılıklarına göre tarihi süreç içerisinde şekillenen ana damarlar ve zaman içinde de bu ana damarların alt kolları oluşmuştur. Bu farklılıkların temelinde öncelikle dinin temellerini oluşturan Kur’an ve sünnetle ilgili yaklaşımlar belirleyici olmuş; dinin, nasların, naklin, akıl ve felsefe tarafından nasıl değerlendirildiği ve nasıl değerlendirilmesi gerektiği kriterine göre farklı mezhepler ve görüşler ortaya çıkmıştır. Oluşum sürecinde fıtratların, bireysel anlayış ve algılama farklılıklarının yanında siyasi hadiselerin, toplumsal farklılıkların, coğrafyanın, kültürlerin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.
İslam’ın bir din olarak nasıl anlaşılması gerektiği konusunda dört temel yaklaşım farkından bahsedebiliriz: Selefiyye, Kelamiyye, Sufiyye, Felasife. (Burada beşinci bir yaklaşım olarak İmam Gazzali’nin Batıniyye olarak isimlendirdiği ve şiddetle karşı çıktığı aşırı Şiilik kategorisinde ele alınan Ta’limiyye doktrininden de bahsedilebilir ki; bu yaklaşım, “asıl bilgiye masum imamların talimiyle ulaşılır” şeklinde özetlenebilir.)
Bu yaklaşım farklılıklarını özellikle akıl-vahiy ilişkisi çerçevesinde oluşan farklılıklar olarak görebiliriz. Burada hemen anlaşılacağı üzere İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan ana mecraların oluşumunda “bilginin kaynakları meselesi” neredeyse birinci derecede rol oynamaktadır. Çünkü bu ana mecraların belirleyici özellikleri bilginin kaynaklarına yaklaşımlarıdır. Mesela nakli esas alıp, akli bir ameliye olan te’vile kapı açmaksızın, dini, nasların zahirine göre anlayan selefiyye; akıl ile nakli uzlaştırma çabasında olup, çelişmeyeceklerini, bir çatışma söz konusu olduğunda aklı esas almayı ve nakli te’vil etmeyi benimseyen kelamiyye; nasların yorumunda bilgi kaynağı olarak akıldan ziyade sezgiyi ön plana çıkaran, aklı reddetmemekle beraber sezgiye, keşfe, ilhama ve nasların batıni yorumlarına daha çok önem veren sufiyye; aklı temel kriter olarak görüp, nasların zahirine aykırı olsa bile akli verilere göre sistemlerini temellendiren felasife mecraları akıl, vahiy, duyular, sezgi, keşf, ilham gibi bilgi kaynaklarına göre şekillenmiştir.
Bilginin kaynakları söz konusu edildiğinde öteden beri klasik kaynaklarımız üç başlığa vurgu yapmaktadır:
1. Havass-ı Selime (Duyular)
2. Akl-ı Selim
3. Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler)
Bu üç kaynağın yanında keşf, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir. Bu kaynaklar geçmiş dönemlerde ilim ve marifet kavramlarını birlikte kuşattıkları için bu konuları ele alan alimlerin zihinlerinde ve yaşamlarında bir sorun oluşturmazken veya “paradigma içi tartışmalar” şeklindeyken, özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren değişen bazı algılardan dolayı temel bazı ayırımlara sebebiyet vermiştir. Hepsi bir bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekirken modern dönemlerin tekçi yaklaşımlarından etkilenme sebebiyle artık ilim ve marifet bütünlüğü büyük ölçüde kaybolmuştur. Pozitivist etkiler sebebiyle marifet damarı tasavvufun şahsında önce maznun, sonra mahkum edilmiş, “geri kalmışlığın” faturası tasavvufa, ilhama, sezgiye, kader, rıza ve tevekkül anlayışına çıkarılarak, bunlar paradigma dışına çıkarılmak istenmiştir.
İslam düşüncesinin ortaya koyduğu usulleri ve ürünleri bir bütünün parçaları olarak görüp, ortak zeminlerinden bahsetmek yerine sürekli farklılıkları ve ihtilafları nazara vererek parçalayıcı bir üslupla değerlendirmek doğru değildir. Günümüzde özellikle anlayış, telakki, yaklaşım farklılıklarının sebebiyet verdiği sorunların temelinde İslam düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan ve her biri birer zenginlik olarak değerlendirilmesi gereken usul farklılıklarına, doğru bir perspektiften bakılamaması yatmaktadır.
İslam Düşüncesi Tarihi isimli esere yazdığı takdim yazısında günümüzde İslam düşüncesi değerlendirmelerinde dikkat edilmesi gereken noktalara işaret eden Davutoğlu, özellikle oryantalizm etkisiyle oluşan parçalayıcı bakış açılarını sorgulamakta ve bundan kurtulmak gerektiğine vurgu yapmaktadır:
“İslam düşünce birikiminin iç bütünlüğü, tutarlılığı ve sürekliliği göz ardı edilmiş, farklı ekol mensupları arasındaki paradigma-içi tartışmalar alt kategorilerin cedelleri şeklinde sunulmuştur. Bu durum tek tek Müslüman alimlerin düşünce-hayat bütünlüklerinin de reddedilmesi sonucunu doğurmuştur. Misal vermek gerekirse, İbn Rüşd’ün fıkhi yönü, İbn Teymiyye’nin tasavvufi anlatımla ele aldığı ahlak risaleleri, Gazzali’nin hayatının değişik safhalarına yayılmış eserlerinin iç bütünlüğü, Gazzali sonrası müteahhir kelamın felsefi tahlilleri gibi bahsi geçen kategorik farklılaşmalara ters düşen misaller oryantalistlerin tesiri altında klasikleşen yaklaşımın oluşturduğu imge perdesinin gölgesi altında kaybolmuşlardır.
Gittikçe katılaşan bu kategorik modeller İslam dünyası içindeki farklı yaklaşım sahibi ekollerin kemikleşmelerine de yol açmıştır. Her ekol mensubu İslam düşünce geleneğine kendi zaviyesinden yaklaşmış, bu geleneği bir bütün olarak kavramak ve zaman-mekan boyutu içinde yeniden üretebilmektense geleneğin kendi dışındaki unsurlarını mutlak anlamda reddetme psikolojisine kapılmıştır. Müspet anlamda gelenek sahibi olmakla menfi anlamda gelenekçi olmak arasındaki önemli fark görülemediği için de batı medeniyeti ile hesaplaşma sürecinde yük olduğu varsayılan unsurların tasfiyesi o ölçülere vardırılmıştır ki, bir İslam düşünce tarihinden bahsetmek imkansız hale gelmiştir.
Böylesi bir kısır döngüden kurtulmanın öncelikli şartı sistematik oryantalist çalışmaların empoze ettiği kategorik farklılaşma modellerinin ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmasıdır. Bu sorgulama İslam düşünce tarihini yeniden yorumlama faaliyeti ile atbaşı gitmek zorundadır. Yeniden yorumlama faaliyetinin dayanmak zorunda olduğu temelse İslam tarihindeki farklı ekollerin çatışan hususiyetlerinden çok kendi içinde bütüncül bir paradigma oluşturan ortak yönlerinin vurgulanmasıdır. Kur’ani akideye ters düşen sentezci ekoller istisna edilecek olursa, bütün bir İslam düşünce birikiminin, Allah-insan-tabiat ilişkisinde mutlak bir algılama devrimi gerçekleştiren Kur’ani dünya görüşünün değişik tezahürlerinden ibaret olduğu aşikardır. Bu bütünlük içinde farklı ekollerin ortaya çıkışı, İslam öncesi kültür çevreleriyle yaşanan hesaplaşma sürecinde aynı dünya görüşünün farklı üslup ve kavramsal çerçevelerle ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu ekollerin varlığını ve çıkış gerekçelerini reddetmek imkansızdır; fakat bu gerekçelerden hareketle bu ekollerin sadece başka inanç/kültür çevrelerinin mütekabil ekolleri arasında nakledici bir hususiyete sahip olduklarını iddia etmek ve dolayısıyla bu ekollerin ortak bir zemine sahip bulunduklarını örtmeye çalışmak yukarıda zikrettiğimiz batı kaynaklı tarih akışının yol açtığı bir yaklaşım yanlışlığıdır.” (Davutoğlu, Ahmet, Takdim yazısı, İslam Düşüncesi Tarihi, Ed: M. M. Şerif, İstanbul, 1990, İnsan Yayınları (4 cilt)
İslam düşüncesini ve İslam’da bilginin kaynakları meselesini ana mecralar olarak ifade edebileceğimiz selefiyye, kelamiyye, sufiyye ve felasife yaklaşımlarından herhangi birinin inhisarında değerlendirmek; varlık, bilgi ve değer açısından bu ekollerin sadece birisinden hareket etmek, çağdaş okumalardan örnek verilecek olursa el-Cabiri’nin “beyan, burhan ve irfan” üçlüsünden yalnız biri üzerinden ele almak yanıltıcı olacaktır.
Mesela çağdaş İslam düşünürleri ve akademisyenleri arasında önemli bir çoğunluk İslam düşüncesinde bilgi felsefesini özellikle tasavvufu ve daha çok onunla anıla gelen marifet yaklaşımını dışarıda tutarak (b)ilimle ve sadece şehadet alemiyle sınırlandırma temayülündedir. Bilimcilik ve pozitivizm bazılarını empirizme götürürken, modernitenin genel yönelimleri diğer bazılarını rasyonalizme mahkum edebilmektedir. İnhisarcılık zihniyeti bilgi felsefesinde sadece bir kaynağa tutunup, diğerlerini dışlamak şeklinde kendini göstermektedir. Oysa İslam dini açısından meseleyi sadece vahyi bilgiyle, akli bilgiyle, yalnızca duyularla elde edilen bilgiyle, sezgisel bilgiyle sınırlandırmak mümkün değildir. Bunların hepsinin geçerli olduğu yerler ve alanlar söz konusudur. Varlık mertebelerine ve bakış açılarına göre bilgi, usul, hakikat, mana, ahkam da değişiklik arz edebilmektedir.
İslam düşüncesinde bilgiden, bilginin kaynaklarından bahsederken bir bütünsellik mutlaka gözetilmelidir. Mesela ilim ve marifet kavramları birlikte değerlendirilmelidir. İrfan, fıkıh, hibre, şuur, itkan gibi kavramlar; nazar, tedebbür, tefekkür, i’tibar, taakkul, tezekkür, teemmül, re’y gibi kavramlar; basiret, feth, firaset, hâtır, ilm-i bâtın, ilm-i ledün, mükaşefe, müşahede, rüya, tecelli, vârid, yakin gibi kavramlar; ilme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin gibi ayırımlar; ihata, vukuf, rüsuh gibi farklılıklar, vehim, zan, şek, reyb gibi incelikler, yakiniyyat ve zanniyyat tasnifleri; bilgilerin, delillerin, usullerin farklı farklı kategorileri hep göz önünde tutulmalıdır. Çünkü İslam düşüncesinde tekçilik, indirgemecilik değil, çoğulculuk, farklılık, farklılıkların zenginleştiriciliği esastır.
Sadece duyuları esas alanların, duyularla algılanamayanı inkar etmesi sürecindeki tekçilik ve indirgemecilik yanlışına Müslüman düşmez. Çünkü duyuların yanında akla, sezgiye, vahye de itibar eder ve böylelikle bilgisini ve dünyasını dar sınırlara mahkum etmez. Sadece akla itibar edenlerin sınırlı dünyasına hapsolmaz. Çünkü bilir ki akıl ne kadar mükemmel olursa olsun duyu ve tecrübe dünyasıyla, dil ve mantığın sınırlarında kalır. Aklın nazar ve istidlalle ulaştığı bilgiler vahiyle zenginleştirilip, teyit edilmezse hakikate ulaştırmayabilir. Akıl, duyuların da yardımıyla eşya hakkında onların zahirine ilişkin bilgilere ulaşabilir ama akılla ulaşılan bu bilgiler eşyanın mahiyeti ve hakikati konusunda asıl arzulanan ilim ve marifet olmayabilir.
Bilgi kaynaklarından sadece biriyle yetinmek yerine bütün bilgi kaynaklarından istifade etmeye çalışmak, her birini yerli yerinde kullanmak daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Hele hele birine yaslanarak diğerlerini inkar etmeye kalkışmak, geçersiz görmek, sistem dışına itmeye çalışmak son derece yanlış ve yanıltıcı sonuçlara götürecektir.
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Eğitim Yazıları dergisinin 19. sayısında yayınlanmıştır.
İnsanlığın genel düşünce tarihi söz konusu edildiğinde felsefenin, felsefeden bahsedildiğinde de en temel başlıklardan biri olan bilgi meselesinin önemi öteden beri bilinen bir hakikattir. Felsefenin meseleleri ana hatlarıyla üç ana başlıkta değerlendirilmektedir. Bunlardan varlık konusu ontoloji; bilgi konusu epistemoloji; değer konusu da aksiyoloji başlığı altında ele alınmaktadır.
Epistemoloji, felsefe sözlüklerinde, bilgiyi genel olarak ele alan, bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu ve sınırlarını inceleyen felsefe dalı olarak tarif edilmektedir. Üzerinde ittifak sağlanamayan alanlardan biri olan epistemolojinin tam olarak ne olduğu, nasıl tarif edilmesi gerektiği ve nasıl ele alınması gerektiği konusunda genel anlayışların dışında farklı yaklaşımlar da vardır. Bilgi felsefesi, bilgi kuramı, bilgi teorisi, marifet nazariyesi, bilimler felsefesi, bilim metodolojisi, bilginin incelenmesi, gnoseoloji, bilimlerin tarihini, metotlarını ve ilkelerini inceleyen disiplin, bilginin temellerinin öğretisi, bilimler kritiği, bilimsel metodun teorisi veya mantığı gibi daha pek çok tarif yapılmaktadır. (Bu konuda yapılan tarifler ve kendi özgün tarifi için bakınız: Özemre, Ahmet Yüksel, “Epistemolojinin Tanımı ve İşlevi”, Umran Dergisi, sayı: 154, Haziran 2007, s. 54-60), http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=259&Itemid=57
Kendisine yüklenen anlamlar açısından epistemoloji yeni ve tartışmalı bir kavram olmakla birlikte ele aldığı konular felsefe tarihi kadar eskidir. Epistemolojinin alt başlıkları olarak bilginin mahiyeti psikoloji tarafından, bilginin kuralları mantık tarafından, bilginin değeri ise metafizik tarafından incelenmektedir.
İslam düşüncesi açısından meseleye yaklaşıldığında epistemolojinin alanına giren hususlar daha ziyade kelam disiplininin klasikleri içerisinde bahis mevzuu edilmiştir. Bilgi meselesinin müstakil bir başlık halinde ele alınması İmam Maturidi (ö. 333/944) ile başlamış ve daha sonra kelam tarihinde bir gelenek olarak devam ettirilmiştir. Tabii ki mesele sadece kelamcılarla sınırlı kalmamış, İslam filozofları ve mutasavvıflar tarafından da değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
Bilginin imkanı ve değeri konusunda felsefe tarihinde akılcı dogmatizm, rasyonalizm, sofistler, septisizm, agnostisizm, rölativizm, tenkitçi rölativizm, pozitivist rölativizm, empirizm, pragmatizm, diyalektik materyalizm gibi ekoller ve anlayışlar oluşmuştur. İslam düşüncesinde bilginin imkanı konusunda neredeyse bir ittifak söz konusudur ve bu konudaki anlayışlar genelde “eşyanın hakikatı sabittir” prensibi çerçevesinde temellendirilmiştir.
Bilginin kaynağı meselesine gelince felsefe tarihinde bu konu etrafında oluşan ekolleri şu şekilde sıralayabiliriz: Empirizm: duyumcu empirizm (sensüalizm), çağrışımcı empirizm, evrimci empirizm, materyalist empirizm, pozitivizm ve sosyolojizm. Rasyonalizm; inneizm, apriorizm, kritisizm; İntüisyonizm; Fideizm; Mistisizm; Fenomenoloji; Aktivist teoriler: biyolojik teori, pragmatist teori, teknikçi teori.
İslam düşüncesinde bilgi meselesine gelince bu konuda en temel iki kavramın ilim ve marifet kavramları olduğunu, genel anlamda oluşan ekolleri de selefiyye, kelamiyye, sufiyye ve felasife başlıkları altında değerlendirebileceğimizi söyleyebiliriz.
İslam düşünce tarihinde dinin anlaşılması ve yaşanması konusunda farklı usuller, bu usul farklılıklarına göre tarihi süreç içerisinde şekillenen ana damarlar ve zaman içinde de bu ana damarların alt kolları oluşmuştur. Bu farklılıkların temelinde öncelikle dinin temellerini oluşturan Kur’an ve sünnetle ilgili yaklaşımlar belirleyici olmuş; dinin, nasların, naklin, akıl ve felsefe tarafından nasıl değerlendirildiği ve nasıl değerlendirilmesi gerektiği kriterine göre farklı mezhepler ve görüşler ortaya çıkmıştır. Oluşum sürecinde fıtratların, bireysel anlayış ve algılama farklılıklarının yanında siyasi hadiselerin, toplumsal farklılıkların, coğrafyanın, kültürlerin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.
İslam’ın bir din olarak nasıl anlaşılması gerektiği konusunda dört temel yaklaşım farkından bahsedebiliriz: Selefiyye, Kelamiyye, Sufiyye, Felasife. (Burada beşinci bir yaklaşım olarak İmam Gazzali’nin Batıniyye olarak isimlendirdiği ve şiddetle karşı çıktığı aşırı Şiilik kategorisinde ele alınan Ta’limiyye doktrininden de bahsedilebilir ki; bu yaklaşım, “asıl bilgiye masum imamların talimiyle ulaşılır” şeklinde özetlenebilir.)
Bu yaklaşım farklılıklarını özellikle akıl-vahiy ilişkisi çerçevesinde oluşan farklılıklar olarak görebiliriz. Burada hemen anlaşılacağı üzere İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan ana mecraların oluşumunda “bilginin kaynakları meselesi” neredeyse birinci derecede rol oynamaktadır. Çünkü bu ana mecraların belirleyici özellikleri bilginin kaynaklarına yaklaşımlarıdır. Mesela nakli esas alıp, akli bir ameliye olan te’vile kapı açmaksızın, dini, nasların zahirine göre anlayan selefiyye; akıl ile nakli uzlaştırma çabasında olup, çelişmeyeceklerini, bir çatışma söz konusu olduğunda aklı esas almayı ve nakli te’vil etmeyi benimseyen kelamiyye; nasların yorumunda bilgi kaynağı olarak akıldan ziyade sezgiyi ön plana çıkaran, aklı reddetmemekle beraber sezgiye, keşfe, ilhama ve nasların batıni yorumlarına daha çok önem veren sufiyye; aklı temel kriter olarak görüp, nasların zahirine aykırı olsa bile akli verilere göre sistemlerini temellendiren felasife mecraları akıl, vahiy, duyular, sezgi, keşf, ilham gibi bilgi kaynaklarına göre şekillenmiştir.
Bilginin kaynakları söz konusu edildiğinde öteden beri klasik kaynaklarımız üç başlığa vurgu yapmaktadır:
1. Havass-ı Selime (Duyular)
2. Akl-ı Selim
3. Haber-i Sadık (Vahiy ve mütevatir haberler)
Bu üç kaynağın yanında keşf, ilham ve rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı tartışıla gelmiştir. Bu kaynaklar geçmiş dönemlerde ilim ve marifet kavramlarını birlikte kuşattıkları için bu konuları ele alan alimlerin zihinlerinde ve yaşamlarında bir sorun oluşturmazken veya “paradigma içi tartışmalar” şeklindeyken, özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren değişen bazı algılardan dolayı temel bazı ayırımlara sebebiyet vermiştir. Hepsi bir bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekirken modern dönemlerin tekçi yaklaşımlarından etkilenme sebebiyle artık ilim ve marifet bütünlüğü büyük ölçüde kaybolmuştur. Pozitivist etkiler sebebiyle marifet damarı tasavvufun şahsında önce maznun, sonra mahkum edilmiş, “geri kalmışlığın” faturası tasavvufa, ilhama, sezgiye, kader, rıza ve tevekkül anlayışına çıkarılarak, bunlar paradigma dışına çıkarılmak istenmiştir.
İslam düşüncesinin ortaya koyduğu usulleri ve ürünleri bir bütünün parçaları olarak görüp, ortak zeminlerinden bahsetmek yerine sürekli farklılıkları ve ihtilafları nazara vererek parçalayıcı bir üslupla değerlendirmek doğru değildir. Günümüzde özellikle anlayış, telakki, yaklaşım farklılıklarının sebebiyet verdiği sorunların temelinde İslam düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan ve her biri birer zenginlik olarak değerlendirilmesi gereken usul farklılıklarına, doğru bir perspektiften bakılamaması yatmaktadır.
İslam Düşüncesi Tarihi isimli esere yazdığı takdim yazısında günümüzde İslam düşüncesi değerlendirmelerinde dikkat edilmesi gereken noktalara işaret eden Davutoğlu, özellikle oryantalizm etkisiyle oluşan parçalayıcı bakış açılarını sorgulamakta ve bundan kurtulmak gerektiğine vurgu yapmaktadır:
“İslam düşünce birikiminin iç bütünlüğü, tutarlılığı ve sürekliliği göz ardı edilmiş, farklı ekol mensupları arasındaki paradigma-içi tartışmalar alt kategorilerin cedelleri şeklinde sunulmuştur. Bu durum tek tek Müslüman alimlerin düşünce-hayat bütünlüklerinin de reddedilmesi sonucunu doğurmuştur. Misal vermek gerekirse, İbn Rüşd’ün fıkhi yönü, İbn Teymiyye’nin tasavvufi anlatımla ele aldığı ahlak risaleleri, Gazzali’nin hayatının değişik safhalarına yayılmış eserlerinin iç bütünlüğü, Gazzali sonrası müteahhir kelamın felsefi tahlilleri gibi bahsi geçen kategorik farklılaşmalara ters düşen misaller oryantalistlerin tesiri altında klasikleşen yaklaşımın oluşturduğu imge perdesinin gölgesi altında kaybolmuşlardır.
Gittikçe katılaşan bu kategorik modeller İslam dünyası içindeki farklı yaklaşım sahibi ekollerin kemikleşmelerine de yol açmıştır. Her ekol mensubu İslam düşünce geleneğine kendi zaviyesinden yaklaşmış, bu geleneği bir bütün olarak kavramak ve zaman-mekan boyutu içinde yeniden üretebilmektense geleneğin kendi dışındaki unsurlarını mutlak anlamda reddetme psikolojisine kapılmıştır. Müspet anlamda gelenek sahibi olmakla menfi anlamda gelenekçi olmak arasındaki önemli fark görülemediği için de batı medeniyeti ile hesaplaşma sürecinde yük olduğu varsayılan unsurların tasfiyesi o ölçülere vardırılmıştır ki, bir İslam düşünce tarihinden bahsetmek imkansız hale gelmiştir.
Böylesi bir kısır döngüden kurtulmanın öncelikli şartı sistematik oryantalist çalışmaların empoze ettiği kategorik farklılaşma modellerinin ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmasıdır. Bu sorgulama İslam düşünce tarihini yeniden yorumlama faaliyeti ile atbaşı gitmek zorundadır. Yeniden yorumlama faaliyetinin dayanmak zorunda olduğu temelse İslam tarihindeki farklı ekollerin çatışan hususiyetlerinden çok kendi içinde bütüncül bir paradigma oluşturan ortak yönlerinin vurgulanmasıdır. Kur’ani akideye ters düşen sentezci ekoller istisna edilecek olursa, bütün bir İslam düşünce birikiminin, Allah-insan-tabiat ilişkisinde mutlak bir algılama devrimi gerçekleştiren Kur’ani dünya görüşünün değişik tezahürlerinden ibaret olduğu aşikardır. Bu bütünlük içinde farklı ekollerin ortaya çıkışı, İslam öncesi kültür çevreleriyle yaşanan hesaplaşma sürecinde aynı dünya görüşünün farklı üslup ve kavramsal çerçevelerle ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu ekollerin varlığını ve çıkış gerekçelerini reddetmek imkansızdır; fakat bu gerekçelerden hareketle bu ekollerin sadece başka inanç/kültür çevrelerinin mütekabil ekolleri arasında nakledici bir hususiyete sahip olduklarını iddia etmek ve dolayısıyla bu ekollerin ortak bir zemine sahip bulunduklarını örtmeye çalışmak yukarıda zikrettiğimiz batı kaynaklı tarih akışının yol açtığı bir yaklaşım yanlışlığıdır.” (Davutoğlu, Ahmet, Takdim yazısı, İslam Düşüncesi Tarihi, Ed: M. M. Şerif, İstanbul, 1990, İnsan Yayınları (4 cilt)
İslam düşüncesini ve İslam’da bilginin kaynakları meselesini ana mecralar olarak ifade edebileceğimiz selefiyye, kelamiyye, sufiyye ve felasife yaklaşımlarından herhangi birinin inhisarında değerlendirmek; varlık, bilgi ve değer açısından bu ekollerin sadece birisinden hareket etmek, çağdaş okumalardan örnek verilecek olursa el-Cabiri’nin “beyan, burhan ve irfan” üçlüsünden yalnız biri üzerinden ele almak yanıltıcı olacaktır.
Mesela çağdaş İslam düşünürleri ve akademisyenleri arasında önemli bir çoğunluk İslam düşüncesinde bilgi felsefesini özellikle tasavvufu ve daha çok onunla anıla gelen marifet yaklaşımını dışarıda tutarak (b)ilimle ve sadece şehadet alemiyle sınırlandırma temayülündedir. Bilimcilik ve pozitivizm bazılarını empirizme götürürken, modernitenin genel yönelimleri diğer bazılarını rasyonalizme mahkum edebilmektedir. İnhisarcılık zihniyeti bilgi felsefesinde sadece bir kaynağa tutunup, diğerlerini dışlamak şeklinde kendini göstermektedir. Oysa İslam dini açısından meseleyi sadece vahyi bilgiyle, akli bilgiyle, yalnızca duyularla elde edilen bilgiyle, sezgisel bilgiyle sınırlandırmak mümkün değildir. Bunların hepsinin geçerli olduğu yerler ve alanlar söz konusudur. Varlık mertebelerine ve bakış açılarına göre bilgi, usul, hakikat, mana, ahkam da değişiklik arz edebilmektedir.
İslam düşüncesinde bilgiden, bilginin kaynaklarından bahsederken bir bütünsellik mutlaka gözetilmelidir. Mesela ilim ve marifet kavramları birlikte değerlendirilmelidir. İrfan, fıkıh, hibre, şuur, itkan gibi kavramlar; nazar, tedebbür, tefekkür, i’tibar, taakkul, tezekkür, teemmül, re’y gibi kavramlar; basiret, feth, firaset, hâtır, ilm-i bâtın, ilm-i ledün, mükaşefe, müşahede, rüya, tecelli, vârid, yakin gibi kavramlar; ilme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin gibi ayırımlar; ihata, vukuf, rüsuh gibi farklılıklar, vehim, zan, şek, reyb gibi incelikler, yakiniyyat ve zanniyyat tasnifleri; bilgilerin, delillerin, usullerin farklı farklı kategorileri hep göz önünde tutulmalıdır. Çünkü İslam düşüncesinde tekçilik, indirgemecilik değil, çoğulculuk, farklılık, farklılıkların zenginleştiriciliği esastır.
Sadece duyuları esas alanların, duyularla algılanamayanı inkar etmesi sürecindeki tekçilik ve indirgemecilik yanlışına Müslüman düşmez. Çünkü duyuların yanında akla, sezgiye, vahye de itibar eder ve böylelikle bilgisini ve dünyasını dar sınırlara mahkum etmez. Sadece akla itibar edenlerin sınırlı dünyasına hapsolmaz. Çünkü bilir ki akıl ne kadar mükemmel olursa olsun duyu ve tecrübe dünyasıyla, dil ve mantığın sınırlarında kalır. Aklın nazar ve istidlalle ulaştığı bilgiler vahiyle zenginleştirilip, teyit edilmezse hakikate ulaştırmayabilir. Akıl, duyuların da yardımıyla eşya hakkında onların zahirine ilişkin bilgilere ulaşabilir ama akılla ulaşılan bu bilgiler eşyanın mahiyeti ve hakikati konusunda asıl arzulanan ilim ve marifet olmayabilir.
Bilgi kaynaklarından sadece biriyle yetinmek yerine bütün bilgi kaynaklarından istifade etmeye çalışmak, her birini yerli yerinde kullanmak daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Hele hele birine yaslanarak diğerlerini inkar etmeye kalkışmak, geçersiz görmek, sistem dışına itmeye çalışmak son derece yanlış ve yanıltıcı sonuçlara götürecektir.
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Eğitim Yazıları dergisinin 19. sayısında yayınlanmıştır.
GENÇLİĞE VE GENÇLİKLE İLGİLENENLERE TAVSİYELER
GENÇLİĞE VE GENÇLİKLE İLGİLENENLERE TAVSİYELER
Altmışlı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir amca bana hitaben delikanlı dediğinde ne kadar da hoşuma gitmişti. Dış görünüş itibariyle yaşımı pek göstermediğimin farkındaydım ama yine de insanın kırkına doğru bu şekilde bir iltifata mazhar olması güzel bir duygu. Gerçi ben kendimi hiçbir zaman genç ve dinç duygulardan uzak hissetmediğimden olsa gerek gençlik meselesine dışarıdan biri olarak bakamıyorum. Kategorileştirme taraftarlarına göre artık genç sayılmıyorum. Fakat ben kendimi genç hissediyorum ve dünyaya hala bir delikanlı olarak bakmaya çalışıyorum. Zaten gençliğin bedene ve biyolojik yaşa göre değil, ruha ve hissedişe göre tanımlanması gerektiğini düşünüyorum.
İlgili literatüre baktığımızda gençliğe genelde biyolojik yaş üzerinden sınır çizilmeye çalışılıyor. Bu sınır bazen genişletiliyor bazen daraltılıyor. Gençlik için başlangıç yaşları biyolojik yönden belirlenirken, bitiş yaşları konusunda psiko-sosyal durumlara ve sosyal statülere göre belirleme yolu tercih ediliyor.
Bana göre ucu açık bırakılmalı. Çünkü aslında çoğunlukla duygularla alakalı bir durum değil midir gençlik? Ataklık, coşku, hesapsızlık, delikanlılık, mertlik, yiğitlik, hayra koşmak, yorulmamak, yarışmak, süreklilik, insanların mutluluğu için çabalamak, hizmet için yaşamak…
Bizim geleneğimizde gençlik, biyolojik kategorilerden biri olarak anlaşılmamış. Daha ziyade bir ruh halini, bir adanmışlık bilincini, sürekli hayra koşmayı, ihtiyacı olanlara yardım etmeyi, şerlere ve haramlara karşı kendini muhafaza etmeyi, kendini davasına adamayı ifade eden bir hal olarak anlaşılmış ve fütüvvet adı altında bir geleneğe, bir ülküye dönüştürülmüş. Yani günümüzdeki gibi bir ara dönem değil, hele hele insanın sürekli sorunlarla yüz yüze yaşamak zorunda bırakıldığı bir sorun dönemi hiç değil.
Bir yandan hep büyümeyi ve artık bağımsızlığına kavuşmayı arzulayan çocuklar, diğer yandan hep nostalji duygularıyla gençlik dönemine özlem duyan yaşlılar. Gençlik bu iki duygu durumu arasında yüceltilen bir ara dönem gibi algılanıyor. Oysa 40’lı 50’li yaşlarda bile genç ve dinç duygularla hareket edebilmeli insan.
Gençlikten hep bir şeyler beklenir, vazifeler yüklenir. Belki de kendi yapamadıklarını gençlerden beklemek tüm insanlığın ortak yönelimidir. Oysa kanaatimce gençlere nasıl yürüyeceklerini söylemek yerine nasıl iz süreceklerini ve kimin izini süreceklerini hem de canlı örnekler üzerinden sunmak ve yolu onlarla birlikte yürümek gerekir.
Öte yandan gençlik daha ziyade toplumsal yapının kompartımanlara ayrılması neticesinde ortaya çıkan yeni bir kategorileştirme durumu bence. Kadın, erkek, yetişkin, genç, yaşlı, ergen, çocuk vb. Bunları birbirinden ayrıştırarak ele almak ve bir de karşıtlıklar zeminine taşımak ister istemez yeni sorun alanları oluşturuyor. Biraz düşünüldüğünde toplumsal yapının tabii işleyişi içinde kolayca aşılabilecek durumlar, yeni telakkilere göre devasa sorunlar haline getiriliyor, tanımlar, kategoriler, ayrıştırmalar, bilimsel izahlar, çözüm arayışları derken en basit konular bile bir girdaba dönüştürülüyor.
Toplumun bütünselliği bozulduğu için yaşa, cinsiyete, statüye, öğrenim durumuna göre kompartımanlar oluşmuş, geçişkenliklere tabii akış içinde yer verilmediği için de izole hayatlar yaşanmaya başlanmıştır. Bu durum, ayrıştırılan toplumun birbirine karşı haksız yere düşman ilan edilmesine, kadın erkek karşıtlığına, nesil çatışmasına, gençlerin sahte özgürlük arayışlarına sebebiyet vermiştir.
Günümüzde gençlik denildiğinde hep sorunlar konuşuluyor. Cinsellik, ergenlik, bağımsızlık, grup oluşturmak, özgürlük vs. Sanki her genç, uzmanlarca ele alınan ve sorunsallaştırılan bu durumları hem de uzmanların değindiği şekilde yaşamak zorundaymış ve yaşamıyorsa sorun varmış gibi. Sanki bazı ideallere gönül vererek, Allah’ın rızası doğrultusunda ve ubudiyetle serpilip olgunlaşan gençler hiç olamazmış gibi. Ben gençlik adına ön plana çıkarılanların, medya kanalıyla nazara verilenlerin, tüm gençlik söz konusu olduğunda kesinlikle bütün gençleri temsil etmediğini düşünüyorum. Ayrıca kendileri birer sonuç olan sorunlar üzerinden meseleye yaklaşmayı, gençlik dendiğinde sürekli sorunları konuşmayı doğru bulmuyorum.
Gençlik problemleri olarak görülen ve habire çözümü konusunda uzmanlıkların oluşturulduğu alanlar sebepler midir yoksa sonuçlar mı? Bence her biri aslında birer sonuç olan mevcut sorun alanlarının sebeplerini tespit etmek ve bunların sorun oluşturma süreçlerinin önüne geçmek gerekmektedir. Siz dünya görüşü ve yaşam biçimi olarak bir yandan materyalizmi, pozitivizmi, pragmatizmi, oportünizmi, hedonizmi, bencilliği pompalayacaksınız diğer taraftan gençlerin saygılı, özgüven sahibi, dürüst, ahlaklı, ideal sahibi, sorunsuz insanlar olmasını bekleyeceksiniz. Tabii ki beklentilerinize cevap alamazsınız.
Cinsellik, müzik, eğlence, zevkler, gezip tozmalar, uyuşturucu, sorumsuzluk, eyyamcılık, futbol, internet, facebook, hazcılık, faydacılık, bencillik, sahte özgürlük telakkileri. Buyurun size gençlik. Bu şekilde tanımlanan bir gençlik dünyasında sorunlar yumağından tabii ki kurtulamazsınız.
Hele son zamanlarda iyice tuhaf durumlar oluştu. Her geçen gün çocukluk yaş sınırları genişliyor. Artık üniversiteli gençler bile çocuk muamelesi görüyor ve işin üzücü olan tarafı onlar da kendilerini çocuk gibi hissediyor. Rüşd ve temyiz çağı her geçen gün biraz daha yukarılara çıkıyor. Eskiden 20’li yaşlarda baba ve anne olan gençler şimdi birer çocuk. Evlenme için gerekli sorumluluk duygusu oluşmadığından mıdır evlilik ortalamaları da her geçen gün yukarıya çıkıyor. Eskiden 20’sinden sonra evde kalmış muamelesi görenler 30’lu yaşlarına geliyorlar da hiç oralı olmayabiliyorlar.
Öte yandan kendilerine güven duyulmayan, sorumluluk verilmeyen gençlerden “İstanbul’u fethedecek Fatih’ler beklemek” ya da “Fatih’ler doğuracak yaşta olduklarını söyleyip” anne olmalarını istemek ne derece doğru? Toplumsal bütünlüğü göz ardı ederek, sorumluluklarını ıskalayan veya başkalarına havale eden büyüklerin, günümüz gençliğine büyük vazifeler yüklemeleri ve yüksek beklentiler içine girmeleri hiç de doğru olmasa gerek.
Evet gençlerin birtakım sorunlarla karşı karşıya oldukları bir vakıa. Ama bu sorunların kaynağına inip, çözümü oralarda aramak gerekiyor. Mesela kanaatimce sorunların kaynağında din ve hayat arasında, medeniyetimizle günümüzdeki yaşam biçimi arasında, milli kültürümüzle değişen dünya arasında yaşanan gerilimler yatıyor. Kimlik, ait olma, emniyet duygusu, idealler, imanını kurtarma ve ahiretini kazanma, himmetlerin harekete geçmesi gibi beklentiler için gençlere akıl ve vahiy, din ve bilim, beden ve ruh, kalp ve kafa dengelerini sağlayacak çözümler üretmemiz gerekmektedir.
Ben günümüz gençlerini en çok rahatsız eden meselenin din ve hayat arasında var olduğu düşünülen gerilim olduğu kanaatindeyim. Yani gençler yaşları itibariyle aktüel kültürü yaşamak istiyorlar. Ama popüler kültürü yaşadıklarında da bu sefer inanç ve akide açısından sıkıntıya düşüyorlar. Mü’min ve Müslüman bir genç olarak helal dairesinde kalmak istediklerinde “hayatlarını yaşayamayacaklarını”, hayatlarını yaşamak istediklerinde de “Mü’min ve Müslüman olarak kalamayacaklarını” düşünüyorlar. Günah psikozu da diyebileceğimiz bu durum maalesef gençlerin pek çoğunu rahatsız ediyor.
Burada bu gerilimi azaltabilmek için -kendi nefsimi de hesaba katarak- gençlere şunları hatırlatabilirim:
1. Helal dairesi keyfe kafidir. İstikametini iyi belirlemiş insanlar eğlence, oyun, müzik yanında hayır işlerinden, insanlara hizmet etmekten, iyinin, doğrunun ve güzelin hakim olması için çabalamaktan da lezzet alabilirler. Gençler bu alanlardaki lezzetin farkına varabilseler tabii ki bu lezzetleri daha çok tercih ederler.
2. Dünya hayatı ahirete nispetle fanidir, geçicidir, kısadır. Öncelenmesi gereken, ahiret ve ebedi saadettir. Ebedi saadeti ve lezzeti kaçırma riskine girerek, geçici lezzetlere ve dünyanın malayaniyatına yönelmek akıl kârı değildir.
3. İnsanın lüzumsuz ve faydasız işlerden yüz çevirebilmesi için âli maksatları olmalı ve onlar için çalışmalıdır. Cenneti kazanmak gibi, ahirette felaha erenlerden olmak gibi, insanlara faydalı olmak gibi, iyiliklere öncülük yapmak gibi.
4. Şeytan bizlere küfrü, fıskı ve isyanı güzel gösterir ve fahşayı emreder. Oysa şeytan bizler için apaçık bir düşmandır. Biz de onu düşman olarak bellemeliyiz. Şeytandan ve şeytanlaşmış insanlardan olabildiğince uzak durmalıyız. Şeytani vesveselerden ve ortamlardan bizleri koruyacak dua ve usulleri öğrenmeliyiz.
5. Kişi ahirette sevdiğiyle beraber olacaktır. Bu sebeple kimleri sevdiğimize ve kimlerle arkadaşlık ettiğimize dikkat etmeliyiz. Güzel insanlarla birlikte olmaya ve güzel çevrelerde bulunmaya gayret etmeliyiz.
6. Kendimize geçmişten ve günümüzden güzel örnekler edinmeliyiz. Kimlerin örnek olabileceği herkesçe malumdur. Kahramanlarımızı kendi dünyamızdan seçmeliyiz. Bu yönüyle örnek şahsiyetlerin biyografilerini okumalıyız.
7. Mutlaka bir davamız olmalı ve bu davada sorumluluklar üstlenmeliyiz. Bizleri bilinçli kılacak ve istikamet üzere tutacak şeyin sorumluluklarımız olduğunu unutmamalıyız.
8. Kabiliyetlerimizi meşru araçlarla sergilemeye ve geliştirmeye çalışmalıyız. Yazı, şiir, güzel sanatlar, dergi, web sayfası, gönüllülük, hayır işlerinde ve hizmetlerde vazife almak vb. Bu alanlarda güzel çalışmalar yapan gençlik gruplarıyla, vakıflarla, derneklerle iletişime geçmeliyiz.
9. Eğitimi sadece bilgilenme olarak görmemeliyiz. Edeplenme, arınma, güzel ahlakla ahlaklanma boyutlarını da unutmamalıyız.
10. Allah ve ahiret bilincini daima canlı tutmalıyız. Helal ve haram şuuruna göre yaşamanın dünyevi ve uhrevi faydalarını düşünmeliyiz.
11. İnsanı insan yapan ve üstün kılan özelliklerin iman, ilim, ahlak, iyi, doğru, güzel kavramlarıyla ifade ettiğimiz değerler olduğunu, özenilmesi ve öykünülmesi gereken insanların bu değerlere sahip kimseler olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
12. Günümüzde bize medya kanalıyla değerli, güzel, faydalı gibi sunulan pek çok şeyin sorgulandığında nasıl da değersiz, çirkin ve faydasız olabileceği üzerinde düşünmeliyiz.
13. Dünyevi başarılar ve maddi kazanımlar için harcadığımız çabadan daha fazlasını manevi dünyamızı zenginleştirmek için sarf etmeliyiz. Bu konuda bizlere öncülük ve rehberlik yapabilecek büyüklerimize başvurmalıyız.
14. Kemale doğru seyreden yolculuğumuzda arınmamıza vesile olan ibadetlerimizi, ibadetlerimizin özünü ve ruhunu oluşturan dualarımızı kesinlikle ihmal etmemeliyiz.
15. Bazı günahlara düşmüş olsak da tevbe kapısının daima açık olduğunu unutmamalıyız. Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmemeliyiz.
Gençlik çalışmaları yürüten çevrelerin de dikkat etmeleri gereken bazı hususlar olduğunu düşünüyorum. Bunları da şöylece sıralayabiliriz:
1. Gençlik çalışmalarında en çok dikkat edilmesi gereken bir sorun alanı olarak popüler
kültürün kuşatıcılığı göz ardı edilmemeli. Güncel kültür (LOST ve benzeri diziler, rap müziği, giyim kuşam, facebook, forum siteleri, …) hem cezbedici hem de hayatın her alanında (dergi, müzik, film, kıyafet, şapka, çıkartma, resim, defter, kitap, çanta vb.) olduğu için belirleyici ve etkili.
2. Gençlik kültürü üzerine çalışmalar yapılmalı, gençliğin dili, dünyası iyi kavranmalı. Gençliğin beğenisini kazanan ve tüm gençlerin ilgisine mazhar olan örnekler üzerinde derin tahliller yapılmalı. Mesela bir facebook ya da forum siteleri niçin ilgi çekiyor? Bu iyi araştırılmalı.
3. Gençlik çalışmalarının yatırıma muhtaç bir alan olduğu, bu sahada yeni girişimlere, yeni bakış açılarına, yeni ve özgün açılımlara ihtiyaç olduğu her vesileyle dile getirilmeli, hayır sahiplerinin bu alana yatırım yapmaları teşvik edilmeli.
4. Gençler için oluşturulacak eğitim programları ve müfredatlar hayatın tabii seyri içinde kendine yer açabilmeli. Aksi takdirde gençliğin dünyasında yer bulması zor. Zaten mevcut eğitim sistemi gençlere zaman bırakmıyor. Hiç olmazsa ayrılabilen zamanlar etkin çalışmalarla verimli bir şekilde değerlendirilmeli.
5. Gençler herhangi bir şeyi değerlendirirken kendi ihtiyaçlarına göre meseleye yaklaşır. Bu sebeple çalışmaların kuşatıcı olması düşünülüyorsa sunulan menüler de çeşitli ve kuşatıcı olmalıdır. Sadece sohbet veya ders yapıp da “yahu bu gençler niye çalışmalarımıza katılmıyor” demek yanlıştır. Yapılan faaliyetlerde geziden sinemaya, müzikten izciliğe, dergicilikten entelektüel faaliyetlere kadar tüm alanlara ilişkin menüler olmalı. Gelenek aktarımı ve büyüklerin doğruları yeni ve işlevsel formlarla sunulmalı. Günün şartlarına uygun, ilgi çekici kalıplar, materyaller ve sunumlar devreye sokulmalı. Yeni dil, usul ve yöntemler geliştirilmeli.
6. Ailesiyle ilişkileri iyi olan gençler hayatta da başarılı oluyor. Yapılacak çalışmalarda bu husus gözetilmeli. Öte yandan ailenin önemine rağmen rol modeller değiştiği için başka ortamlar da (vakıf, dernek, arkadaş grubu vs.) etkili olabiliyor. Burası da göz ardı edilmemeli. Ailelerin artık eğitim süreçlerinde merkezi rolü yok. Unsurlardan birisi haline geldi. Dolayısıyla diğer belirleyici unsurları da göz ardı etmemek gerekiyor.
7. Gençlere sunulan rol modellerin uygunluğuna dikkat edilmeli. Verilen örneklerin yaşama, çağa uygunluğuna, taklit edilebilirliğine, örnek alınabilirliğine özen gösterilmeli. Verilen örneklerin sadece tarihi şahsiyetlerden olmaması, günümüzden ve hayatın içinden örnekler verilebilmesi gerekir.
8. Gençliğin ufku sınırlandırılmamalı. Hatta açılabilmesi için girişimlerde bulunulmalı. Mübadele sistemleri yaygınlaştırılarak, gençlerin diğer ülkelere ve insanlara doğru açılımları sağlanmalı.
9. Gençlerdeki benlik bölünmelerine dikkat edilmeli. Evde, okulda, sokakta, grupta farklı davranışlar sergileyebilmelerinin sebepleri üzerinde durulmalı.
10. Gençlerin paylaşımcı olması için girişimlerde bulunulabilir. Gençlerin az da
olsa arkadaşları var ama dostları yok. Genelde internetle giderilmeye çalışılan bir yalnızlıkları söz konusu.
11. Gençlere küçük yaşlardan itibaren kazandırılması gereken sorumluluk duygusunun genelde ertelenmesi söz konusu. Çocukluktan itibaren çalıştırarak, çeşitli hayır hizmetlerinde gönüllü olmaları sağlanarak, pratikler üzerinden bir eğitim planlaması yapılmalı.
12. Tüm çalışmalarda mekan ve ortam oluşturma çok önemli. Okula katkı, eğlence, aidiyet, bir gruba dahil olma gibi tüm yönleri kapsayacak ve ihtiyaçlara cevap verebilecek ortamlar hazırlanmalı. Gençlerin temas halinde olduğu her şeyi mümkün mertebe ideallerimiz, hedeflerimiz ve isteklerimiz doğrultusunda belirlemeye çalışmak esas olmalı. Uygun çevreler sunulmalı. Bazı örnek insanlardan feyz alabilme yolları da oluşturulmalı.
13. Günümüzde gerekli yetkinlikler ve yeterliliklere göre planlama yapılmalı. Anadil, yabancı dil, teknoloji okuryazarlığı vs.
14. Gençlerde temel sorunlar ibadetsizlik ve idealizm eksikliği. Gelecek tasavvurları çok sınırlı ve neredeyse tamamen dünyevi. Bu konular üzerine de kafa yorulmalı. Din eğitimi dendiğinde sadece namaz ve Kur’an okuma anlaşılmamalı. Özellikle ahlaki faziletler, dürüstlük, sorumluluk, ülkü ve ideal sahibi olma, ahiret bilinci ve benzeri başlıklar da önemsenmeli.
15. Gençlerle ilgilenirken onları dinlemeliyiz, değer vermeliyiz, sorumluluklar yüklemeliyiz, hedefler göstermeli ve idealler aşılamalıyız, kendi problemlerini ve çözüm yollarını onlardan da dinlemeliyiz, ne yapmak istedikleri konusunda taleplerini dikkate almalıyız, ilgi oluşturup zevkle yapacakları işlerle muhatap olmalarını sağlamalıyız, kabiliyetlerini ve kendilerini ifade etme şekillerini dikkate almalıyız, sadece bilişsel değil, duyuşsal ve davranışsal eğitim ve öğretim programlarına da yer vermeliyiz, birlikte olmalı, birlikte düşünmeli, birlikte yapmalı, birlikte üretmeli, birlikte gezmeliyiz, meşru taleplerini yerine getirirken gayr-i meşru taleplerine alternatifler sunabilmeliyiz, tedricilik, şefkat, iyiliğini istemek gibi bazı eğitim ilkelerini gözetmeliyiz, eğitim programlarımızda akıllarını, kalplerini, ruhlarını bir bütünsellik içinde tatmin etmeye çalışırken yerine göre spor, sanat, eğlence, gezi vb. etkinliklere de yer vermeliyiz, kendilerinden istenen ve beklenen şeylerin yaşanabilir olduğunu bizzat yaşayarak ve yaşayanlarla tanıştırarak göstermeliyiz.
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Eğitim Yazıları dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır.
Altmışlı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir amca bana hitaben delikanlı dediğinde ne kadar da hoşuma gitmişti. Dış görünüş itibariyle yaşımı pek göstermediğimin farkındaydım ama yine de insanın kırkına doğru bu şekilde bir iltifata mazhar olması güzel bir duygu. Gerçi ben kendimi hiçbir zaman genç ve dinç duygulardan uzak hissetmediğimden olsa gerek gençlik meselesine dışarıdan biri olarak bakamıyorum. Kategorileştirme taraftarlarına göre artık genç sayılmıyorum. Fakat ben kendimi genç hissediyorum ve dünyaya hala bir delikanlı olarak bakmaya çalışıyorum. Zaten gençliğin bedene ve biyolojik yaşa göre değil, ruha ve hissedişe göre tanımlanması gerektiğini düşünüyorum.
İlgili literatüre baktığımızda gençliğe genelde biyolojik yaş üzerinden sınır çizilmeye çalışılıyor. Bu sınır bazen genişletiliyor bazen daraltılıyor. Gençlik için başlangıç yaşları biyolojik yönden belirlenirken, bitiş yaşları konusunda psiko-sosyal durumlara ve sosyal statülere göre belirleme yolu tercih ediliyor.
Bana göre ucu açık bırakılmalı. Çünkü aslında çoğunlukla duygularla alakalı bir durum değil midir gençlik? Ataklık, coşku, hesapsızlık, delikanlılık, mertlik, yiğitlik, hayra koşmak, yorulmamak, yarışmak, süreklilik, insanların mutluluğu için çabalamak, hizmet için yaşamak…
Bizim geleneğimizde gençlik, biyolojik kategorilerden biri olarak anlaşılmamış. Daha ziyade bir ruh halini, bir adanmışlık bilincini, sürekli hayra koşmayı, ihtiyacı olanlara yardım etmeyi, şerlere ve haramlara karşı kendini muhafaza etmeyi, kendini davasına adamayı ifade eden bir hal olarak anlaşılmış ve fütüvvet adı altında bir geleneğe, bir ülküye dönüştürülmüş. Yani günümüzdeki gibi bir ara dönem değil, hele hele insanın sürekli sorunlarla yüz yüze yaşamak zorunda bırakıldığı bir sorun dönemi hiç değil.
Bir yandan hep büyümeyi ve artık bağımsızlığına kavuşmayı arzulayan çocuklar, diğer yandan hep nostalji duygularıyla gençlik dönemine özlem duyan yaşlılar. Gençlik bu iki duygu durumu arasında yüceltilen bir ara dönem gibi algılanıyor. Oysa 40’lı 50’li yaşlarda bile genç ve dinç duygularla hareket edebilmeli insan.
Gençlikten hep bir şeyler beklenir, vazifeler yüklenir. Belki de kendi yapamadıklarını gençlerden beklemek tüm insanlığın ortak yönelimidir. Oysa kanaatimce gençlere nasıl yürüyeceklerini söylemek yerine nasıl iz süreceklerini ve kimin izini süreceklerini hem de canlı örnekler üzerinden sunmak ve yolu onlarla birlikte yürümek gerekir.
Öte yandan gençlik daha ziyade toplumsal yapının kompartımanlara ayrılması neticesinde ortaya çıkan yeni bir kategorileştirme durumu bence. Kadın, erkek, yetişkin, genç, yaşlı, ergen, çocuk vb. Bunları birbirinden ayrıştırarak ele almak ve bir de karşıtlıklar zeminine taşımak ister istemez yeni sorun alanları oluşturuyor. Biraz düşünüldüğünde toplumsal yapının tabii işleyişi içinde kolayca aşılabilecek durumlar, yeni telakkilere göre devasa sorunlar haline getiriliyor, tanımlar, kategoriler, ayrıştırmalar, bilimsel izahlar, çözüm arayışları derken en basit konular bile bir girdaba dönüştürülüyor.
Toplumun bütünselliği bozulduğu için yaşa, cinsiyete, statüye, öğrenim durumuna göre kompartımanlar oluşmuş, geçişkenliklere tabii akış içinde yer verilmediği için de izole hayatlar yaşanmaya başlanmıştır. Bu durum, ayrıştırılan toplumun birbirine karşı haksız yere düşman ilan edilmesine, kadın erkek karşıtlığına, nesil çatışmasına, gençlerin sahte özgürlük arayışlarına sebebiyet vermiştir.
Günümüzde gençlik denildiğinde hep sorunlar konuşuluyor. Cinsellik, ergenlik, bağımsızlık, grup oluşturmak, özgürlük vs. Sanki her genç, uzmanlarca ele alınan ve sorunsallaştırılan bu durumları hem de uzmanların değindiği şekilde yaşamak zorundaymış ve yaşamıyorsa sorun varmış gibi. Sanki bazı ideallere gönül vererek, Allah’ın rızası doğrultusunda ve ubudiyetle serpilip olgunlaşan gençler hiç olamazmış gibi. Ben gençlik adına ön plana çıkarılanların, medya kanalıyla nazara verilenlerin, tüm gençlik söz konusu olduğunda kesinlikle bütün gençleri temsil etmediğini düşünüyorum. Ayrıca kendileri birer sonuç olan sorunlar üzerinden meseleye yaklaşmayı, gençlik dendiğinde sürekli sorunları konuşmayı doğru bulmuyorum.
Gençlik problemleri olarak görülen ve habire çözümü konusunda uzmanlıkların oluşturulduğu alanlar sebepler midir yoksa sonuçlar mı? Bence her biri aslında birer sonuç olan mevcut sorun alanlarının sebeplerini tespit etmek ve bunların sorun oluşturma süreçlerinin önüne geçmek gerekmektedir. Siz dünya görüşü ve yaşam biçimi olarak bir yandan materyalizmi, pozitivizmi, pragmatizmi, oportünizmi, hedonizmi, bencilliği pompalayacaksınız diğer taraftan gençlerin saygılı, özgüven sahibi, dürüst, ahlaklı, ideal sahibi, sorunsuz insanlar olmasını bekleyeceksiniz. Tabii ki beklentilerinize cevap alamazsınız.
Cinsellik, müzik, eğlence, zevkler, gezip tozmalar, uyuşturucu, sorumsuzluk, eyyamcılık, futbol, internet, facebook, hazcılık, faydacılık, bencillik, sahte özgürlük telakkileri. Buyurun size gençlik. Bu şekilde tanımlanan bir gençlik dünyasında sorunlar yumağından tabii ki kurtulamazsınız.
Hele son zamanlarda iyice tuhaf durumlar oluştu. Her geçen gün çocukluk yaş sınırları genişliyor. Artık üniversiteli gençler bile çocuk muamelesi görüyor ve işin üzücü olan tarafı onlar da kendilerini çocuk gibi hissediyor. Rüşd ve temyiz çağı her geçen gün biraz daha yukarılara çıkıyor. Eskiden 20’li yaşlarda baba ve anne olan gençler şimdi birer çocuk. Evlenme için gerekli sorumluluk duygusu oluşmadığından mıdır evlilik ortalamaları da her geçen gün yukarıya çıkıyor. Eskiden 20’sinden sonra evde kalmış muamelesi görenler 30’lu yaşlarına geliyorlar da hiç oralı olmayabiliyorlar.
Öte yandan kendilerine güven duyulmayan, sorumluluk verilmeyen gençlerden “İstanbul’u fethedecek Fatih’ler beklemek” ya da “Fatih’ler doğuracak yaşta olduklarını söyleyip” anne olmalarını istemek ne derece doğru? Toplumsal bütünlüğü göz ardı ederek, sorumluluklarını ıskalayan veya başkalarına havale eden büyüklerin, günümüz gençliğine büyük vazifeler yüklemeleri ve yüksek beklentiler içine girmeleri hiç de doğru olmasa gerek.
Evet gençlerin birtakım sorunlarla karşı karşıya oldukları bir vakıa. Ama bu sorunların kaynağına inip, çözümü oralarda aramak gerekiyor. Mesela kanaatimce sorunların kaynağında din ve hayat arasında, medeniyetimizle günümüzdeki yaşam biçimi arasında, milli kültürümüzle değişen dünya arasında yaşanan gerilimler yatıyor. Kimlik, ait olma, emniyet duygusu, idealler, imanını kurtarma ve ahiretini kazanma, himmetlerin harekete geçmesi gibi beklentiler için gençlere akıl ve vahiy, din ve bilim, beden ve ruh, kalp ve kafa dengelerini sağlayacak çözümler üretmemiz gerekmektedir.
Ben günümüz gençlerini en çok rahatsız eden meselenin din ve hayat arasında var olduğu düşünülen gerilim olduğu kanaatindeyim. Yani gençler yaşları itibariyle aktüel kültürü yaşamak istiyorlar. Ama popüler kültürü yaşadıklarında da bu sefer inanç ve akide açısından sıkıntıya düşüyorlar. Mü’min ve Müslüman bir genç olarak helal dairesinde kalmak istediklerinde “hayatlarını yaşayamayacaklarını”, hayatlarını yaşamak istediklerinde de “Mü’min ve Müslüman olarak kalamayacaklarını” düşünüyorlar. Günah psikozu da diyebileceğimiz bu durum maalesef gençlerin pek çoğunu rahatsız ediyor.
Burada bu gerilimi azaltabilmek için -kendi nefsimi de hesaba katarak- gençlere şunları hatırlatabilirim:
1. Helal dairesi keyfe kafidir. İstikametini iyi belirlemiş insanlar eğlence, oyun, müzik yanında hayır işlerinden, insanlara hizmet etmekten, iyinin, doğrunun ve güzelin hakim olması için çabalamaktan da lezzet alabilirler. Gençler bu alanlardaki lezzetin farkına varabilseler tabii ki bu lezzetleri daha çok tercih ederler.
2. Dünya hayatı ahirete nispetle fanidir, geçicidir, kısadır. Öncelenmesi gereken, ahiret ve ebedi saadettir. Ebedi saadeti ve lezzeti kaçırma riskine girerek, geçici lezzetlere ve dünyanın malayaniyatına yönelmek akıl kârı değildir.
3. İnsanın lüzumsuz ve faydasız işlerden yüz çevirebilmesi için âli maksatları olmalı ve onlar için çalışmalıdır. Cenneti kazanmak gibi, ahirette felaha erenlerden olmak gibi, insanlara faydalı olmak gibi, iyiliklere öncülük yapmak gibi.
4. Şeytan bizlere küfrü, fıskı ve isyanı güzel gösterir ve fahşayı emreder. Oysa şeytan bizler için apaçık bir düşmandır. Biz de onu düşman olarak bellemeliyiz. Şeytandan ve şeytanlaşmış insanlardan olabildiğince uzak durmalıyız. Şeytani vesveselerden ve ortamlardan bizleri koruyacak dua ve usulleri öğrenmeliyiz.
5. Kişi ahirette sevdiğiyle beraber olacaktır. Bu sebeple kimleri sevdiğimize ve kimlerle arkadaşlık ettiğimize dikkat etmeliyiz. Güzel insanlarla birlikte olmaya ve güzel çevrelerde bulunmaya gayret etmeliyiz.
6. Kendimize geçmişten ve günümüzden güzel örnekler edinmeliyiz. Kimlerin örnek olabileceği herkesçe malumdur. Kahramanlarımızı kendi dünyamızdan seçmeliyiz. Bu yönüyle örnek şahsiyetlerin biyografilerini okumalıyız.
7. Mutlaka bir davamız olmalı ve bu davada sorumluluklar üstlenmeliyiz. Bizleri bilinçli kılacak ve istikamet üzere tutacak şeyin sorumluluklarımız olduğunu unutmamalıyız.
8. Kabiliyetlerimizi meşru araçlarla sergilemeye ve geliştirmeye çalışmalıyız. Yazı, şiir, güzel sanatlar, dergi, web sayfası, gönüllülük, hayır işlerinde ve hizmetlerde vazife almak vb. Bu alanlarda güzel çalışmalar yapan gençlik gruplarıyla, vakıflarla, derneklerle iletişime geçmeliyiz.
9. Eğitimi sadece bilgilenme olarak görmemeliyiz. Edeplenme, arınma, güzel ahlakla ahlaklanma boyutlarını da unutmamalıyız.
10. Allah ve ahiret bilincini daima canlı tutmalıyız. Helal ve haram şuuruna göre yaşamanın dünyevi ve uhrevi faydalarını düşünmeliyiz.
11. İnsanı insan yapan ve üstün kılan özelliklerin iman, ilim, ahlak, iyi, doğru, güzel kavramlarıyla ifade ettiğimiz değerler olduğunu, özenilmesi ve öykünülmesi gereken insanların bu değerlere sahip kimseler olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
12. Günümüzde bize medya kanalıyla değerli, güzel, faydalı gibi sunulan pek çok şeyin sorgulandığında nasıl da değersiz, çirkin ve faydasız olabileceği üzerinde düşünmeliyiz.
13. Dünyevi başarılar ve maddi kazanımlar için harcadığımız çabadan daha fazlasını manevi dünyamızı zenginleştirmek için sarf etmeliyiz. Bu konuda bizlere öncülük ve rehberlik yapabilecek büyüklerimize başvurmalıyız.
14. Kemale doğru seyreden yolculuğumuzda arınmamıza vesile olan ibadetlerimizi, ibadetlerimizin özünü ve ruhunu oluşturan dualarımızı kesinlikle ihmal etmemeliyiz.
15. Bazı günahlara düşmüş olsak da tevbe kapısının daima açık olduğunu unutmamalıyız. Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmemeliyiz.
Gençlik çalışmaları yürüten çevrelerin de dikkat etmeleri gereken bazı hususlar olduğunu düşünüyorum. Bunları da şöylece sıralayabiliriz:
1. Gençlik çalışmalarında en çok dikkat edilmesi gereken bir sorun alanı olarak popüler
kültürün kuşatıcılığı göz ardı edilmemeli. Güncel kültür (LOST ve benzeri diziler, rap müziği, giyim kuşam, facebook, forum siteleri, …) hem cezbedici hem de hayatın her alanında (dergi, müzik, film, kıyafet, şapka, çıkartma, resim, defter, kitap, çanta vb.) olduğu için belirleyici ve etkili.
2. Gençlik kültürü üzerine çalışmalar yapılmalı, gençliğin dili, dünyası iyi kavranmalı. Gençliğin beğenisini kazanan ve tüm gençlerin ilgisine mazhar olan örnekler üzerinde derin tahliller yapılmalı. Mesela bir facebook ya da forum siteleri niçin ilgi çekiyor? Bu iyi araştırılmalı.
3. Gençlik çalışmalarının yatırıma muhtaç bir alan olduğu, bu sahada yeni girişimlere, yeni bakış açılarına, yeni ve özgün açılımlara ihtiyaç olduğu her vesileyle dile getirilmeli, hayır sahiplerinin bu alana yatırım yapmaları teşvik edilmeli.
4. Gençler için oluşturulacak eğitim programları ve müfredatlar hayatın tabii seyri içinde kendine yer açabilmeli. Aksi takdirde gençliğin dünyasında yer bulması zor. Zaten mevcut eğitim sistemi gençlere zaman bırakmıyor. Hiç olmazsa ayrılabilen zamanlar etkin çalışmalarla verimli bir şekilde değerlendirilmeli.
5. Gençler herhangi bir şeyi değerlendirirken kendi ihtiyaçlarına göre meseleye yaklaşır. Bu sebeple çalışmaların kuşatıcı olması düşünülüyorsa sunulan menüler de çeşitli ve kuşatıcı olmalıdır. Sadece sohbet veya ders yapıp da “yahu bu gençler niye çalışmalarımıza katılmıyor” demek yanlıştır. Yapılan faaliyetlerde geziden sinemaya, müzikten izciliğe, dergicilikten entelektüel faaliyetlere kadar tüm alanlara ilişkin menüler olmalı. Gelenek aktarımı ve büyüklerin doğruları yeni ve işlevsel formlarla sunulmalı. Günün şartlarına uygun, ilgi çekici kalıplar, materyaller ve sunumlar devreye sokulmalı. Yeni dil, usul ve yöntemler geliştirilmeli.
6. Ailesiyle ilişkileri iyi olan gençler hayatta da başarılı oluyor. Yapılacak çalışmalarda bu husus gözetilmeli. Öte yandan ailenin önemine rağmen rol modeller değiştiği için başka ortamlar da (vakıf, dernek, arkadaş grubu vs.) etkili olabiliyor. Burası da göz ardı edilmemeli. Ailelerin artık eğitim süreçlerinde merkezi rolü yok. Unsurlardan birisi haline geldi. Dolayısıyla diğer belirleyici unsurları da göz ardı etmemek gerekiyor.
7. Gençlere sunulan rol modellerin uygunluğuna dikkat edilmeli. Verilen örneklerin yaşama, çağa uygunluğuna, taklit edilebilirliğine, örnek alınabilirliğine özen gösterilmeli. Verilen örneklerin sadece tarihi şahsiyetlerden olmaması, günümüzden ve hayatın içinden örnekler verilebilmesi gerekir.
8. Gençliğin ufku sınırlandırılmamalı. Hatta açılabilmesi için girişimlerde bulunulmalı. Mübadele sistemleri yaygınlaştırılarak, gençlerin diğer ülkelere ve insanlara doğru açılımları sağlanmalı.
9. Gençlerdeki benlik bölünmelerine dikkat edilmeli. Evde, okulda, sokakta, grupta farklı davranışlar sergileyebilmelerinin sebepleri üzerinde durulmalı.
10. Gençlerin paylaşımcı olması için girişimlerde bulunulabilir. Gençlerin az da
olsa arkadaşları var ama dostları yok. Genelde internetle giderilmeye çalışılan bir yalnızlıkları söz konusu.
11. Gençlere küçük yaşlardan itibaren kazandırılması gereken sorumluluk duygusunun genelde ertelenmesi söz konusu. Çocukluktan itibaren çalıştırarak, çeşitli hayır hizmetlerinde gönüllü olmaları sağlanarak, pratikler üzerinden bir eğitim planlaması yapılmalı.
12. Tüm çalışmalarda mekan ve ortam oluşturma çok önemli. Okula katkı, eğlence, aidiyet, bir gruba dahil olma gibi tüm yönleri kapsayacak ve ihtiyaçlara cevap verebilecek ortamlar hazırlanmalı. Gençlerin temas halinde olduğu her şeyi mümkün mertebe ideallerimiz, hedeflerimiz ve isteklerimiz doğrultusunda belirlemeye çalışmak esas olmalı. Uygun çevreler sunulmalı. Bazı örnek insanlardan feyz alabilme yolları da oluşturulmalı.
13. Günümüzde gerekli yetkinlikler ve yeterliliklere göre planlama yapılmalı. Anadil, yabancı dil, teknoloji okuryazarlığı vs.
14. Gençlerde temel sorunlar ibadetsizlik ve idealizm eksikliği. Gelecek tasavvurları çok sınırlı ve neredeyse tamamen dünyevi. Bu konular üzerine de kafa yorulmalı. Din eğitimi dendiğinde sadece namaz ve Kur’an okuma anlaşılmamalı. Özellikle ahlaki faziletler, dürüstlük, sorumluluk, ülkü ve ideal sahibi olma, ahiret bilinci ve benzeri başlıklar da önemsenmeli.
15. Gençlerle ilgilenirken onları dinlemeliyiz, değer vermeliyiz, sorumluluklar yüklemeliyiz, hedefler göstermeli ve idealler aşılamalıyız, kendi problemlerini ve çözüm yollarını onlardan da dinlemeliyiz, ne yapmak istedikleri konusunda taleplerini dikkate almalıyız, ilgi oluşturup zevkle yapacakları işlerle muhatap olmalarını sağlamalıyız, kabiliyetlerini ve kendilerini ifade etme şekillerini dikkate almalıyız, sadece bilişsel değil, duyuşsal ve davranışsal eğitim ve öğretim programlarına da yer vermeliyiz, birlikte olmalı, birlikte düşünmeli, birlikte yapmalı, birlikte üretmeli, birlikte gezmeliyiz, meşru taleplerini yerine getirirken gayr-i meşru taleplerine alternatifler sunabilmeliyiz, tedricilik, şefkat, iyiliğini istemek gibi bazı eğitim ilkelerini gözetmeliyiz, eğitim programlarımızda akıllarını, kalplerini, ruhlarını bir bütünsellik içinde tatmin etmeye çalışırken yerine göre spor, sanat, eğlence, gezi vb. etkinliklere de yer vermeliyiz, kendilerinden istenen ve beklenen şeylerin yaşanabilir olduğunu bizzat yaşayarak ve yaşayanlarla tanıştırarak göstermeliyiz.
Veli Karataş
velikaratas@gmail.com
Not: Eğitim Yazıları dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)