1 Eylül 2015 Salı

Kur'an İslam'ı Söylemi ve Savunmacı Ehl-i Sünnet Hassasiyeti

KUR’AN İSLAM’I SÖYLEMİ VE SAVUNMACI EHL-İ SÜNNET HASSASİYETİ
Kur’an İslam’ı söylemini terviç edenlerle bu söylemi bid’at ve sapıklık şeklinde görenler arasında mutedil bir yaklaşım nasıl olabilir?
Öncelikle şu tespiti yapmalıyız: Meselenin bir kaç boyutu var. Kur’an İslam’ı söylemini dile getirenlerin hepsi aynı düşünceye sahip değildir. Sünneti külliyen devre dışı bırakmak isteyenler, hücciyet değerini tartışanlar, mevsukiyet boyutuna takılanlar, aktarılmasında ve anlaşılıp, güncellenmesinde sorun yaşayanlar gibi mahiyeti farklı yaklaşımlar vardır. Bunların hepsini aynı düzlemde değerlendirmek doğru değildir.
Kur’an İslam’ı söylemini dillendirenlerin tamamı, sünneti ve hadisleri külliyen reddetmemektedirler.
Kanaatimce sünneti ve hadisleri külliyen reddederek dini anlamaya çalışmak ve buradan bir din algısı üretmek, tam anlamıyla bid’attir ve özellikle adını sünnetten alan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat usulüne tabii ki aykırıdır. (Not: Ben Ehl-i Sünneti, birilerinin yaptığı gibi maalesef çok dar ve inhisarcı bir perspektife mahkum etmeyi doğru bulmuyorum. Ehl-i Sünnet, bırakın bir çevrenin inhisarında olmayı, mezheplerin bile üstünde, külli ve kuşatıcı bir dini anlama ve yaşama usulüdür. Dinin nasıl anlaşılacağı, nasıl yaşanacağı ve yeni gelişmeleri ve durumları nasıl içselleştirebileceği konusunda ümmetin yüzyıllardan beri yürüyegeldiği cadde-i kübrasıdır. Ehl-i Sünnet usulü dışında yeni usul geliştiren veya bazı eski usulleri canlandırmaya çalışan Müslümanlar, bu konuda tabii ki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dairesinin, yani sevâd-ı azam’ın, yani ümmetin büyük çoğunluğunun dışına çıkmaktadırlar. Ama bu, onların İslam dairesi dışına çıktıkları anlamına da gelmez. Nitekim Şia, Mutezile gibi Ehl-i Sünnet usulü dışında usul geliştiren mezheplerimiz, Ehl-i Sünnet dairesinin dışındadır ama İslam dairesinin içindedir. Bu konuda inhisarcı, tahtieci, tekfirci yaklaşarak, birilerinin yaptığı gibi, tek kalemde tekfir mekanizması işletilmemelidir. Çünkü tekfir mekanizmasının hemencecik devreye sokulması, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in genel usulüne de aykırıdır. Ehl-i Sünnet’in en temel prensiplerinden biri de “ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği” ilkesidir.
Ehl-i Sünnet hassasiyeti taşıyan Talha Hakan Alp Hocam'ın paylaştığı ve benim de retweet ettiğim iki tweet şöyledir. (Çağdaş dönemde tweetlerin hücciyet değeri ayrıca tartışılabilir tabii:))
“Şahit olun; ben ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Çünkü hepsi aynı mabûda tapıyor; ötesi sadece tabir farklılıkları. (İmam Eşarî)”
“İmam İbn Teymiye "ben de Eşari'yle aynı fikirdeyim",
İmam Zehebî: "Ben de Eşari'yle aynı fikirdeyim"
Biz de aynı fikirdeyiz...”
Sünneti ve hadisleri külliyen devre dışı bırakmak isteyenlere, Mısır ve Hindistan Only Kur’an’cılarını bir kenara koyacak olursak, Türkiye’den Edip Yüksel örnek verilebilir. Ama kanaatimce onun bu konudaki değerlendirmeleri, ciddiye alınmayı gerektirecek boyutta ve mahiyette değildir.
Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan ve Abdülaziz Bayındır Hocalar ise takip edebildiğim kadarıyla sünneti ve hadisleri külliyen reddetmezler. Onların Kur'an'cılığı, bir hassasiyetin dile getirilmesi tarzındadır ve söylem olarak mesela daha uç noktada olan ve son dönemleri itibariyle bütün ilahiyatçılara bir ibret vesilesi haline gelen, Yaşar Nuri Öztürk’ün görüşlerinden farklıdır.
Bu hocalarımız bazı görüşlerindeki isabetsizlikler ve yer yer usule ve esasa ilişkin bazı hatalı tercihleri nazara verilerek, birileri tarafından sanki sünnet inkarcısı gibi gösterilmek istenmektedirler.
Kur’an İslam’ı veya Kur’an Müslümanlığı söylemini rahatsız edici boyutlarda ve rahatsız edici kavramlarla dile getirenler olduğu gibi, bu söyleme karşı çıkanların kullandığı üslup ve kelimeler de dışlayıcı, ötekileştirici ve rahatsız edicidir.
Geleneği bid’at ve hurafeler yığını şeklinde değerlendirerek, mesela “uydurulmuş din” kavramıyla mahkum etmek doğru olmadığı gibi, gelenekçi damarı savunarak ve adeta “dinin jandarması” rolüne bürünerek, “modernist”, “reformist”, “yerli oryantalist” gibi yaftalamalarla, her fırsatta karşı tarafı dövmeye çalışmak da kanaatimce isabetli değildir.
Katı akılcılıkla dine yaklaşan bazılarının ve özellikle son iki yüzyıldır batılı kavramları baz alarak dini anlamaya çalışanların, derecesi farklı olmakla birlikte büyük ölçüde sünnete ve geleneğe sırt çevirerek, içtihat, tecdit, teceddüt gibi kavramlar üzerinden yeni ve yenilikçi yaklaşımlar sergiledikleri bilinmektedir.
Bu çevrelerde pek çok insanın, aklına sığıştıramadığı her şeyi istib'ad ederek, akla ve Kur'an'a aykırı görmesi ve buradan söylem geliştirmesi doğru değildir. Bu gibi durumlarda hiç olmazsa bir tevakkuf olmalı, acaba ben mi anlayamıyorum, acaba benim yaklaşım usulüm mü yanlış gibi sorgulamalar yapılmalıdır.
Günümüzde akıllarımız gerçekten akl-ı selim mi? Akıllarımız âkil mi? Yoksa çağdaş ve modern anlatıların, saptırıcı dayatmaların, ideal olarak sunulan iğva edici söylemlerin tesiri altında mıyız? Bazı geçici durumları baz alarak ve mevcudu mutlaklaştırarak Kur'an'a yönelmek ve ayetleri bu durumların baskıladığı bir zihinle anlamaya çalışmak ne kadar doğru?
Bu yaklaşım karşısında, katı rivayetçi ve gelenekçi damarın da bir savunma refleksiyle, her yeni olana bid’at ve sapıklık yaftası vurarak, ötekileştirme yolunu tercih edebildiği görülmektedir. Bu çevrelerin de bir taraftan katı lafızcılığı aşması, hikmet ve makasıd okuması yapması gerekirken, diğer taraftan sırf kaynaklarda yer alıyor diye her türlü rivayeti gündeme taşımak istemesi sorgulanmalıdır.
Mevcut şartların tesirini de göz önünde tutarak günümüzde İslam dünyasında şöyle bir tabloya dikkat çekebiliriz:
Bütünsellik kaybedilmiş durumda. Paradigma içi tartışmalar bile dışlayıcı, parçacı, kavgacı bir düzleme çekiliyor.
Modernistler gelenekçileri akletmemekle, körü körüne geçmişi taklit etmekle, bağnazlıkla, yobazlıkla, anlayışsızlıkla itham ederken, gelenekçiler de modernistleri sapmakla, savrulmakla, bid’atçilikle, sapıklıkla töhmet altında tutmaktadır.
Klasik kavramlarımızla söyleyecek olursak: bir taraf ifrat ederken, diğer taraf tefrit etmektedir. İşte tam da burada Ehl-i Sünnet’in ıslahçı çizgideki mutedil yaklaşımına ihtiyaç hasıl olmaktadır.
Bediüzzaman’ın 28. Lem’a’da, Musa Carullah Bigiyef ve Mustafa Sabri Efendi gibi sembol şahsiyetler üzerinden yaptığı şu kısa tahlil, böylesi meselelerde ufuk açıcı, kapsayıcı, kuşatıcı, kucaklayıcı ve isabetli değerlendirmelere kapı aralayacaktır, kanaatindeyim:
"Bir suale cevap
Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf'un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir.
Yalnız bu kadar derim ki: Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf'a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.
Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.
Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebu'l-Âlâ-yı Maarrî gibi merdut bir adamı muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.
“Kâle Muhyiddin: Tuhramu mutalaatu kütübina ala men leyse minna”
Yani,"Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür." Evet, bu zamanda Muhyiddin'in kitapları, hususan vahdetü'l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.
Bediüzzaman Said Nursî, 28. Lem’a