23 Aralık 2015 Çarşamba

"HAYATA YALNIZCA KAFANI BANMAK"

"HAYATA YALNIZCA KAFANI BANMAK"
Modern Türk şiirinin vazgeçilemez/yok sayılamaz şairlerinden (belki de en vazgeçilmezi) İsmet Özel, İnce Sızı şiirinde şöyle söyler:
"Yokum arkadaş düşünmekle varılan tada
Hayata yalnızca kafanı banmak"
Bu ifadeler, günümüzde dini, vahyi, nübüvveti, metafiziği, gaybı, maverayı, öteleri, kalbi, ruhu, duyguları velhasıl insanı insan yapan membaları, olmazsa olmaz hassalarımızı göz ardı edenlere bir şair tarafından çok çarpıcı bir uyarıdır aslında. (Bu uyarıya Şair’in bizzat kendisinin ne denli riayetkar davrandığı da tartışılabilir ama o bir bahs-i diğer.)
Kimleredir bu uyarı?
İnsanı, kalbiyle, ruhuyla, bedeniyle, aklıyla, zihniyle, duygularıyla yani tüm yönleriyle ve bütün latifeleriyle değerlendirmek gerekirken, bütünsel bakış açısından uzaklaşarak sadece akla indirgeyenlere...
Dini özellikle kalbi boyutundan uzaklaştırarak salt akılla, katı bilimle/bilimcilikle anlamak isteyenlere...
Metafiziği aklın/rasyonalitenin dar kalıplarına sığıştırmaya çalışanlara...
Hayatı anlama ve anlamlandırma sürecinde katı bilim, kalpsiz akıl, ruhsuz gramer ve kuru mantıktan medet umanlara…
Aydınlanma meta-anlatısı üzerinden pozitivizm, rasyonalizm, empirizm, sensüalizm, hümanizm, sekülerizm, scientism, progressivizm, modernizm ve post-modernizm virüslerini kapıp da hala bunun farkına varamayanlara…
Gaybı, sonsuzluğu, sınırsızlığı, sadece görünen âlemin ve onu algılayan beş duyunun ihata alanında görmek isteyenlere…
Mutlak olanı mukayyet olanın sınırlarına ve nesneye indirgeme çocuksuluğunu ve ilkelliğini bilimsellik diye yutturmaya çalışanlara…
Aklıma yatmıyor arkadaş, bu akla aykırı, dolayısıyla kabul edilemez sığlığını marifet sananlara…
Daracık aklına sığıştıramadığı, belki de –biraz argo olacak ama- kafasının basmadığı her hususu reddetme temayülünde olanlara…
Kalbe ve ince duygulara yer açamamasından kaynaklanan nasipsizliğini, güya akla aykırılık argümantasyonuyla temellendirmeye çalışanlara…
Gramerin ve mantığın dar koridorlarına hapsolunmuşluğunu, benlik zindanındaki tutsaklığını göremeyenlere…
Bütün bunlara rağmen kendisi himmete muhtaç haldeyken bir de gayrıya himmet etme gayretkeşliğine düşüp, bunu bir de çok akıllılık ve çokbilmişlik sosuyla yedirmeye çalışanlara…
Dini anlama ve yaşama sürecinde nihai noktada ancak benlik kabarması, enaniyet şişmesi, ego patlaması ile izah edilebilecek durumlarını, müstağni duruşlarını, tekebbürlerini, tribünlere oynama bencilliklerini “en hakiki dini anlayış benimkisi, benim söylediklerim dışındakiler ise laf salatası” basitliğinde fanlarına arz edip, talep oluşturma ticaretine soyunanlara…
Evet bu zikredilenleri uzatmak mümkün.
Böyle davrananların söylemlerine de yüzlerce örnek verilebilir.
Mesela arkadaşımız bir yandan pozitivist formata maruz kalmış aklına sığıştıramadığı için miracı reddediyor, hissi mucizelere burun kıvırıyor öte yandan her tarafa çekilebilecek “İslam, akıl ve mantık dinidir” hüküm cümlesini, kendisinin hiç de âkil olmayan aklının dar sınırlarından tüm dine ve Müslümanlara teşmil etmeye çalışıyor.
Aklı sıra hem de akl-ı selim olmamasına rağmen hepimize akıldânelik yapıyor.
Bir misyoner edasıyla, altında ezildiği seçilmişlik duygusuyla ve mevhum kutsal görev bilinciyle, geleneğin yanlışlarından kurtarmak istediği dini, modernitenin yanlışlarına kurban ediyor farkında değil. Aklınca tüm dindarları rahatsız etme misyonuyla kendisini vazifeli addediyor. Oysa kendisi rahatsız, şuurunda değil!
Güzel göremiyor, güzeli göremiyor, hayatından lezzet alamıyor, mutlu olamıyor, her şeyi sorunsallaştırıyor, hep yanlışı görüyor, hep yanlış yerden görüyor, zihninin keşmekeşinde, aklının labirentlerinde boğuluyor, bütün bunlar yetmezmiş gibi kalkıp bir de herkesi yanlıştan kurtarma triplerine giriyor. Otobanda ters yönde giden Temel’in polis radyosu anonsunda ifade edilen “Değerli sürücüler, otobanda bir araç ters yönde ilerliyor, lütfen dikkatli olunuz” uyarısına “Ne birisi, hepisi hepisi” demesi gibi beyimiz hayata başka yönlerden dalıyor ama yanlış dalanlar hep başkası oluyor. Ah bir görebilse aynada ruhunu! Anlayacak Hanya’yı Konya’yı ama nerede?
Güya hak dini, halisane bir niyetle ve hayır murat ederek, yanlışlarından arındırmaya soyunuyor ama inhisarcı bir yaklaşımla diktiği yeni elbiseye dinin sığması mümkün değil, bunu göremiyor. Bu arada kendisi de kraldan daha çıplak ama nedense hissedemiyor.
Sırf kendine piyasa oluşturabilmek için ve çoğunlukla zulmederek, yani eşyayı yerinden ederek, bir şekilde dini, dinin temel değerlerini, usullerini, kaynaklarını tartışma objesi haline getiriyor. Kafaları karıştırıyor, zihinleri ve gönülleri bulandırıyor. Pervasızca üfürüyor. Ama sorarsanız beyimiz “dilde arılaşma” çabasında olanları kendine hayran bırakacak şekilde “dinde arılaşma” hamiyetiyle hareket ettiğini söylüyor ve kendini savunuyor.
Her fırsatta ve her salataya maydanoz olarak tartışma platformlarında arz-ı endam ediyor. Her geçen gün daha bir agresifleşiyor, saldırganlaşıyor. Neredeyse hiçbir sınır ve ölçü tanımıyor. Ölçüsü ve usulü olmadığı için de rüzgar ne yandan eserse o yana dönüyor, yağmur nereye yağarsa tarlayı oraya taşıyor, alkış hangi tribünden gelirse yumruğunu o tarafa kaldırıyor. Ama sorarsanız beyimiz kimsenin tarafında değil, daima ve her zaman hep hakkın, hakkaniyetin tarafında. Hatta tarafında olmak ne kelime? Hak ve hakikat onunla tanınır, bilinir. Hakkın ve hakikatin baş temsilcisi o!
Yüzlerce yıldan beri hiçbir Müslüman âlime ve düşünüre nasip olmayan hikmet kıvılcımları nedense sadece bu zeka küpü beyimizin o mübarek dudakları arasından etrafa saçılıveriyor. Hikmet sadece onun klavyesindeki tuşlarla ekrana yazı olarak yansıyabiliyor ve ellerimize birer kutsal metin olarak sadece onun kitaplarıyla ulaşıveriyor.
Şimdiye kadar ulemanın, hukemanın ve fuzalanın çözemediği lügaz, bu bizim beyimize birdenbire faş oluveriyor ne hikmetse!
Öncekiler mi? Dini hiç anlamamışlar. Ya da hep yanlış anlaşılmış bu din. Yüzlerce yıldan beri doğru anlaşılma hasretiyle yanıp, tutuşmuş ve hep bu çağdaş beyimizi beklemiş.
Beyimiz kelimeleri ve kavramları, Arap grameri ve mantık kuralları çerçevesinde onlarca farklı yaklaşımdan biriyle mesela Ragıp el-İsfahani’nin Müfredat’ı yardımıyla ancak güç bela anlıyor, sonra da yaptığı tercihle meseleyi hallettiğini zannediyor. Meal bile yazabiliyor.
Beyimiz gene iyi. Hiç olmazsa az buçuk mürekkep yalamışlığı var.
Etrafında kümelenen hayran kitlesi, daha toy olan yeni fanlar, nâdanlar ve tengsizler ise artık büyük bilge Google marifetiyle ve derin meal bilgileri üzerinden her bir müşkülümüzü hall u fasl eyleyiveriyorlar.
Âlimlere ne gerek var canım! Hem bu din, herkesin dini değil mi? Kur’an herkes tarafından anlaşılır bir kitap değil mi?
Aç, iç, oku! Mealler arasında kısa bir gezinti, ardından gelsin yeni içtihatlar, ahkam kesmeler, bana göreler, ben öyle düşünmüyorumlar! Sonrası mı? Kimin umurunda? Reytingler ne âlemde? Fanlar çoğaldı mı? Hayran kitledeki artışlar nasıl gidiyor?
Beyimize dönelim.
Hadi bu duruma neyse diyelim ama beyimiz burada durmuyor, bir de bunu tekçi ve indirgemeci anlayışla, alternatifi olmayan en yüce hakikatmiş gibi sunuyor. Etrafındaki fanların goygoylarıyla “yürü be kim tutar seni” tezahüratları altında, aydınlanmacı ve aydınlatmacı dinin yılmaz savaşçısı olarak çalımla yürüyor, medya arenasına sell ü seyf ederek ve naralar atarak dalıveriyor. Artık arenadaki en büyük dövüşçü o.
Derin âlimliğine bir de dövüşçülük ve entelektüellik ilave etmiş bu yüce efendinin artık tercihlerini kabul etmeme lüksünüz yok. Neden mi? Çünkü o artık bir idol. Büyük otorite. Derin âlim. Kesmedi mi? Mutlak müçtehit. O da mı yetmedi? Beklenen mehdi aslında o. Daha üstü yok mu? Canım rasüllerden bir rasül oluversin ne var sanki? Beyimize bir risaleti çok mu görüyorsunuz? Hem ayette nübüvvetin son bulduğu söyleniyor. Risaletin son bulduğu belirtilmiyor ki?
Şey duyamadım: Bakırköy mü dediniz? Aslında siz de haklısınız. Bu ilahiyatçıların sorunu dinden değil de yanmış kafalardan kaynaklanıyor herhalde! Belki de bu müstesna beyinleri Hayırsız Ada’ya nefyetmek yerinde olur. Böylelikle millet de kurtulmuş olur onlardan. Orada kendi aralarında halletsinler problemlerini. (Bakınız bu ada fikri fena olmadı galiba?)
Neyse biz aklı başında olan beyimize geri dönelim:
O herkesi eleştirebilme ayrıcalığına sahip. Ama siz onu asla eleştiremezsiniz. Her şeyi en iyi o bilir, o anlar. Bilmediği bir şey de yoktur. Olamaz zaten. Bir de hiçbir görüşünde yanılmaz. Hep isabetli konuşur ve en isabetli görüşler ondan sadır olur. Ondan gelen her şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmeniz gerekir.
O, üstatçılığa, abiciliğe, otoriteye karşıdır ama onun üstatlığını ve otoritesini kesinlikle sorgulayamazsınız. Ebu Hanife de kim oluyor diyerek küstahlık ve cüretkarlıkta sınır tanımaz ama siz ona bir eleştiri getirmeye kalktığınızda 40 yıldır ilim yolunda dirsek çürütmüşlüğünden girer, bir kitaplık dolusu telifi bulunduğundan çıkar. Oysa 40 yıl boyunca sadece kafayı yakmış, ilimden zerrece nasibini alamamıştır. Malumat yığmayı, nakliyeciliği ilim sanmıştır.
Ha bir de o la yüs’el ve la yuhtidir. Allah’ın –haşa- 1400 yıl bekleyip de 21. yüzyıl Müslümanlarına sunduğu göksel bir armağandır adeta kendisi.
Oysa “ulum-ı akliyye ile tevaggulünden dolayı artan emrâz-ı kalbiyesinden” bîhaber bir zavallı belki de! Ama aklî sermestîsinin farkında bile değil.
Etrafınızda artık rahatlıkla görebileceğiniz ve her geçen gün sayıları artan böyleleri hakkında, yani yeni ve çağdaş azizler ve az da olsa azizeler, kutsal hocaefendiler ve yine az da olsa hocahanımlar, kerameti kendinden menkul yeni üstatlar, her bir şeyden anlayan eşsiz entelektüeller hakkında çok şeyler söylenebilir ama şimdilik sadece Allah ıslah etsin, kalplerine ve duygularına istikamet versin ve hastalıklarına şifalar versin demekle iktifa edelim. Belki bir de şunu söyleyebiliriz: Allah bunların yanılmalarından ve yanıltmalarından, sapmalarından ve saptırmalarından cümle ümmet-i Muhammedi muhafaza buyursun. Âmin.
Anladınız siz onları.
Not: Muhterem takipçilerimden ve kârilerimden bazıları diyebilir ki “Hoca, tek taraflı yüklenmişsin. Sadece bir kesime vurmuşsun! Nakilcilere söyleyeceğin bir şey yok mu?” Cevaben derim ki: Muhatap öncelikli olarak esin kaynağı olan şiirden hareketle hayata kafasını bananlardı. Hayatı nakilden ibaret görüp de geçmişten bugüne gelemeyenlere gelince: Bunlar birbirinin opoziti. Aralarında lazım-melzum ilişkisi var. Birbirlerinden besleniyorlar. Biri diğerinin varlık sebebi. Bu sebeple fark etmez. Al birini vur ötekine.

1 Eylül 2015 Salı

Kur'an İslam'ı Söylemi ve Savunmacı Ehl-i Sünnet Hassasiyeti

KUR’AN İSLAM’I SÖYLEMİ VE SAVUNMACI EHL-İ SÜNNET HASSASİYETİ
Kur’an İslam’ı söylemini terviç edenlerle bu söylemi bid’at ve sapıklık şeklinde görenler arasında mutedil bir yaklaşım nasıl olabilir?
Öncelikle şu tespiti yapmalıyız: Meselenin bir kaç boyutu var. Kur’an İslam’ı söylemini dile getirenlerin hepsi aynı düşünceye sahip değildir. Sünneti külliyen devre dışı bırakmak isteyenler, hücciyet değerini tartışanlar, mevsukiyet boyutuna takılanlar, aktarılmasında ve anlaşılıp, güncellenmesinde sorun yaşayanlar gibi mahiyeti farklı yaklaşımlar vardır. Bunların hepsini aynı düzlemde değerlendirmek doğru değildir.
Kur’an İslam’ı söylemini dillendirenlerin tamamı, sünneti ve hadisleri külliyen reddetmemektedirler.
Kanaatimce sünneti ve hadisleri külliyen reddederek dini anlamaya çalışmak ve buradan bir din algısı üretmek, tam anlamıyla bid’attir ve özellikle adını sünnetten alan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat usulüne tabii ki aykırıdır. (Not: Ben Ehl-i Sünneti, birilerinin yaptığı gibi maalesef çok dar ve inhisarcı bir perspektife mahkum etmeyi doğru bulmuyorum. Ehl-i Sünnet, bırakın bir çevrenin inhisarında olmayı, mezheplerin bile üstünde, külli ve kuşatıcı bir dini anlama ve yaşama usulüdür. Dinin nasıl anlaşılacağı, nasıl yaşanacağı ve yeni gelişmeleri ve durumları nasıl içselleştirebileceği konusunda ümmetin yüzyıllardan beri yürüyegeldiği cadde-i kübrasıdır. Ehl-i Sünnet usulü dışında yeni usul geliştiren veya bazı eski usulleri canlandırmaya çalışan Müslümanlar, bu konuda tabii ki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dairesinin, yani sevâd-ı azam’ın, yani ümmetin büyük çoğunluğunun dışına çıkmaktadırlar. Ama bu, onların İslam dairesi dışına çıktıkları anlamına da gelmez. Nitekim Şia, Mutezile gibi Ehl-i Sünnet usulü dışında usul geliştiren mezheplerimiz, Ehl-i Sünnet dairesinin dışındadır ama İslam dairesinin içindedir. Bu konuda inhisarcı, tahtieci, tekfirci yaklaşarak, birilerinin yaptığı gibi, tek kalemde tekfir mekanizması işletilmemelidir. Çünkü tekfir mekanizmasının hemencecik devreye sokulması, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in genel usulüne de aykırıdır. Ehl-i Sünnet’in en temel prensiplerinden biri de “ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği” ilkesidir.
Ehl-i Sünnet hassasiyeti taşıyan Talha Hakan Alp Hocam'ın paylaştığı ve benim de retweet ettiğim iki tweet şöyledir. (Çağdaş dönemde tweetlerin hücciyet değeri ayrıca tartışılabilir tabii:))
“Şahit olun; ben ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Çünkü hepsi aynı mabûda tapıyor; ötesi sadece tabir farklılıkları. (İmam Eşarî)”
“İmam İbn Teymiye "ben de Eşari'yle aynı fikirdeyim",
İmam Zehebî: "Ben de Eşari'yle aynı fikirdeyim"
Biz de aynı fikirdeyiz...”
Sünneti ve hadisleri külliyen devre dışı bırakmak isteyenlere, Mısır ve Hindistan Only Kur’an’cılarını bir kenara koyacak olursak, Türkiye’den Edip Yüksel örnek verilebilir. Ama kanaatimce onun bu konudaki değerlendirmeleri, ciddiye alınmayı gerektirecek boyutta ve mahiyette değildir.
Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan ve Abdülaziz Bayındır Hocalar ise takip edebildiğim kadarıyla sünneti ve hadisleri külliyen reddetmezler. Onların Kur'an'cılığı, bir hassasiyetin dile getirilmesi tarzındadır ve söylem olarak mesela daha uç noktada olan ve son dönemleri itibariyle bütün ilahiyatçılara bir ibret vesilesi haline gelen, Yaşar Nuri Öztürk’ün görüşlerinden farklıdır.
Bu hocalarımız bazı görüşlerindeki isabetsizlikler ve yer yer usule ve esasa ilişkin bazı hatalı tercihleri nazara verilerek, birileri tarafından sanki sünnet inkarcısı gibi gösterilmek istenmektedirler.
Kur’an İslam’ı veya Kur’an Müslümanlığı söylemini rahatsız edici boyutlarda ve rahatsız edici kavramlarla dile getirenler olduğu gibi, bu söyleme karşı çıkanların kullandığı üslup ve kelimeler de dışlayıcı, ötekileştirici ve rahatsız edicidir.
Geleneği bid’at ve hurafeler yığını şeklinde değerlendirerek, mesela “uydurulmuş din” kavramıyla mahkum etmek doğru olmadığı gibi, gelenekçi damarı savunarak ve adeta “dinin jandarması” rolüne bürünerek, “modernist”, “reformist”, “yerli oryantalist” gibi yaftalamalarla, her fırsatta karşı tarafı dövmeye çalışmak da kanaatimce isabetli değildir.
Katı akılcılıkla dine yaklaşan bazılarının ve özellikle son iki yüzyıldır batılı kavramları baz alarak dini anlamaya çalışanların, derecesi farklı olmakla birlikte büyük ölçüde sünnete ve geleneğe sırt çevirerek, içtihat, tecdit, teceddüt gibi kavramlar üzerinden yeni ve yenilikçi yaklaşımlar sergiledikleri bilinmektedir.
Bu çevrelerde pek çok insanın, aklına sığıştıramadığı her şeyi istib'ad ederek, akla ve Kur'an'a aykırı görmesi ve buradan söylem geliştirmesi doğru değildir. Bu gibi durumlarda hiç olmazsa bir tevakkuf olmalı, acaba ben mi anlayamıyorum, acaba benim yaklaşım usulüm mü yanlış gibi sorgulamalar yapılmalıdır.
Günümüzde akıllarımız gerçekten akl-ı selim mi? Akıllarımız âkil mi? Yoksa çağdaş ve modern anlatıların, saptırıcı dayatmaların, ideal olarak sunulan iğva edici söylemlerin tesiri altında mıyız? Bazı geçici durumları baz alarak ve mevcudu mutlaklaştırarak Kur'an'a yönelmek ve ayetleri bu durumların baskıladığı bir zihinle anlamaya çalışmak ne kadar doğru?
Bu yaklaşım karşısında, katı rivayetçi ve gelenekçi damarın da bir savunma refleksiyle, her yeni olana bid’at ve sapıklık yaftası vurarak, ötekileştirme yolunu tercih edebildiği görülmektedir. Bu çevrelerin de bir taraftan katı lafızcılığı aşması, hikmet ve makasıd okuması yapması gerekirken, diğer taraftan sırf kaynaklarda yer alıyor diye her türlü rivayeti gündeme taşımak istemesi sorgulanmalıdır.
Mevcut şartların tesirini de göz önünde tutarak günümüzde İslam dünyasında şöyle bir tabloya dikkat çekebiliriz:
Bütünsellik kaybedilmiş durumda. Paradigma içi tartışmalar bile dışlayıcı, parçacı, kavgacı bir düzleme çekiliyor.
Modernistler gelenekçileri akletmemekle, körü körüne geçmişi taklit etmekle, bağnazlıkla, yobazlıkla, anlayışsızlıkla itham ederken, gelenekçiler de modernistleri sapmakla, savrulmakla, bid’atçilikle, sapıklıkla töhmet altında tutmaktadır.
Klasik kavramlarımızla söyleyecek olursak: bir taraf ifrat ederken, diğer taraf tefrit etmektedir. İşte tam da burada Ehl-i Sünnet’in ıslahçı çizgideki mutedil yaklaşımına ihtiyaç hasıl olmaktadır.
Bediüzzaman’ın 28. Lem’a’da, Musa Carullah Bigiyef ve Mustafa Sabri Efendi gibi sembol şahsiyetler üzerinden yaptığı şu kısa tahlil, böylesi meselelerde ufuk açıcı, kapsayıcı, kuşatıcı, kucaklayıcı ve isabetli değerlendirmelere kapı aralayacaktır, kanaatindeyim:
"Bir suale cevap
Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf'un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir.
Yalnız bu kadar derim ki: Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf'a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.
Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.
Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebu'l-Âlâ-yı Maarrî gibi merdut bir adamı muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.
“Kâle Muhyiddin: Tuhramu mutalaatu kütübina ala men leyse minna”
Yani,"Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür." Evet, bu zamanda Muhyiddin'in kitapları, hususan vahdetü'l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.
Bediüzzaman Said Nursî, 28. Lem’a