“ÜÇ MESELE” EKSENİNDE MEDENİYETİN İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ-GÖTÜRDÜKLERİ
Veli KARATAŞ
Özet
İsmet Özel, medeniyet kavramına olumlu bakan görüşlerin aksine medeniyete
olumsuz ve muhalif bir bakış açısıyla yaklaşır. İçtenliğin yok oluşu, israfın
artması, maddileşme, dünyevileşme, ahireti unutma, yabancılaşma gibi
olumsuzluklar üzerinden medeniyeti değerlendirir.
Batı medeniyetine optimisme, universalisme ve ethnocentrisme gibi
temel hususiyetleri çerçevesinde ve insanlığa yaşattığı olumsuzluklar üzerinden
bakan İsmet Özel, İslam’ın bir medeniyet projesi olarak okunamayacağını, çünkü
medeniyetin insan kişiliğini ve toplum yapısını bozduğunu; bir donuklaşma ve
taşlaşma olduğunu belirtir.
Medeniyetin bir sınıflaşma ve sömürüyü beraberinde getirdiğine
dikkat çeken Özel’e göre medeniyet, insanların maddeye karşı zaaflarının
artması; servet biriktirme çabasına düşmesi, israfın yaygınlaşması, lüks yaşam
arzusu, ihtiyaçların çoğalması ve nihayet maddeye mahkûmiyetlerinin
somutlaşması sürecidir.
Üç Mesele Niçin ve Hangi Kavrayış Düzeyinde Yazıldı?
İsmet Özel’i medeniyet konusundaki görüşleri itibariyle
değerlendirirken şu husus gözden kaçırılmamalıdır: onun medeniyet eleştirisi kendisine
özel bir sınıflama çerçevesinde İslam’ın tecrid safhasındaki bir eleştiridir.
Tefrid ve tevhid safhalarında neler düşünüldüğü belirgin değildir. Bizzat
kendisi bu metnin “İslam’ı tecrid safhasındaki kavrayışının bir ürünü”
olduğunu, “tefrid safhasına ilişkin kuvvetli izler taşımakla” birlikte tevhid
safhasına dair çözümler içermediğini, bunun dile getirilmesinin pek de mümkün
olmadığını, mümkün olsa da kendisinin bu konuda ehil olmadığını, sadece
sezgilerine dayanarak ve okuyucunun sezgisine hitap ederek bazı dokunuşlar
yaptığını ifade etmektedir. (Özel, 2012: 10-11)
1978 tarihli ilk önsözde belirtildiği üzere Üç Mesele bir başlangıç
metnidir. Müslümanca Düşünmeye Başlangıç. “Ana eğilim itibariyle bu kitap bir
tür ayıklamayı öngörüyor. Müslümanca bir mücadele tarzının muhtaç olmadığı,
düşünceye ilişkin bazı noktaların dışta bırakılmasını, bunu sağladıktan sonra Müslümana
özgü alana geçilebileceğini işaret ediyor. Ama bu kitap yapılması gereken işin
yalnız bir yanıyla ilgileniyor; Müslümana ait olmayan düşünce birimlerini
reddetmekle kalıyor, daha öteye geçip çağımız için geçerli olacak bir İslami
kavrayışın nirengi noktalarını sunmaya yanaşmıyor.” (Özel, 2012: 15)
Ona göre Türkiye’deki Müslümanlar özellikle metnin muhatabı kabul
edilen ve Müslümanca mücadele azminde olan Müslümanlar, teknik, medeniyet,
yabancılaşma gibi konularda belirgin bazı yanlışlara kapılmışlardır ve bu eser,
bu yanlışlara dikkat çekmek maksadıyla yazılmıştır. (Özel, 2012: 15)
1984 tarihli ikinci önsözde kitabın yazılış maksadıyla ilgili şu
hususun altı bir kez daha çiziliyor: “… bu kitap kendi amacını teknoloji,
medeniyet ve yabancılaşma konularında ülkemiz Müslümanlarının hataya
düştüklerini işaret etmekle sınırlamıştı. Beni böyle bir kitabı yayınlamaya
zorlayan da yeni bir bakış açısının gerekli olduğuna dair inancım ve bu inancın
bana telkin ettiği görev duygusuydu.” (Özel, 2012: 9)
Şair, bu görev duygusunun baskısı altında aceleyle bu metni
yayıncıya teslim ettiğini daha sonra bundan rahatsızlık duyduğunu, daha özenli
bir metin için çabaladığını ama her niyetlenişinde asıl metinden çok uzaklara
düştüğünü ifade eder. Üç Mesele’yi yazmasını mümkün kılan kavrayış tarzını
geride bırakmakla beraber, nihai noktada bu metinde yazılmış olan fikirlerin
geçersizliği gibi bir noktaya da gelmediğini belirtir. (Özel, 2012: 9-10)
İsmet Özel’e göre yabancılaşma, medeniyet ve teknoloji kavramları
neyim, ne yapıyorum ve ne ile yapıyorum sorularının cevapları olarak tüm insanları
ilgilendiriyor olsa da, onun bu konuları ele alışının arka planı diğer ele
alışlardan şu yönüyle farklılaşıyor: ona göre diğer ele alışlar herhangi bir
çözüm getiremez. “Bu meselelerin doğru formüle edilmeleri ve varsa bunlara
çözüm getirilmesi imtiyazı sadece Müslümanlara mahsustur. Çünkü bu çağda ve bu
yerde yeni bir yaşama biçiminin ve yeni bir kavrayış tarzının başlatıcısı olma
imkânı Müslümanlardadır. Bize imkân olarak verilmiş olan Allah’ın Kitabı ve
Peygamber’in Sünnetidir.” (Özel, 2012: 14)
Yüklenen anlamlar farklılaşmakla birlikte burada çözüm olarak
sunulan Kitap ve Sünnet’in genelde tüm çağdaş Müslüman düşünürler tarafından
vurgulandığına dikkat çekebiliriz. Ama bunun teoriden ve söylemden pratiğe
nasıl aktarılacağına ilişkin bir formül ortaya konulamamaktadır. Belki de
yazarın “İslam’ı tevhid safhasında kavramanın sözlerle anlatılabileceğini pek
sanmıyorum, kaldı ki bu mümkün bile olsa ben ehil değilim” derken kastettiği
nokta burasıdır.
Kitabın sonunda “Üç Meseleyi okumak bizi ilk bakışta bazı kesin
sonuçlara götürüyor gibi. Teknoloji bir azgınlık, medeniyet çürüme ve
yabancılaşma düşüncesi bir gururdan ibarettir.” diyen yazarın kitabın
önsözünde söyledikleriyle son sözlerini bir arada değerlendirmek de bizleri çok
çarpıcı sonuçlara götürüyor: Evet kendisinin de belirttiği gibi bu sonuçlar son
derece radikal bir bakış açısının sonuçlarıdır. Böylesine radikal bir bakış
açısı ona göre başlangıç itibariyle gereklidir hatta zorunludur. Bu bakış
açısına göre teknoloji, medeniyet ve yabancılaşma uzak durulması gereken
kötülüklerdir. Fakat bu radikallik ister istemez bir ütopyacılığa da davetiye
çıkarmaktadır. Çünkü şaire göre “teknolojinin, medeniyetin ve yabancılaşma
düşüncesinin reddi bizi içinde bulunduğumuz dünyanın gerek değerler ve gerekse
şartlar bakımından dışında bir yerde bulunmaya iter. Yani radikalizmin bizi
götüreceği yer ütopyadan başka bir yer değildir.” (Özel, 2012: 155)
Oysa yine şaire göre “eğer radikalizmin ve ütopyanın ağına
düşersek, Üç Mesele’yi büyük ölçüde çözümsüzlüğe mahkûm etmiş oluruz, zira
tecrübe göstermiştir ki modern dünyanın meselelerine radikal ve ütopyacı
çözümler önermek her türlü başarısızlığı peşinen davet etmek demektir.” (Özel,
2012: 155)
“Öyleyse Müslüman olarak bizim bazı modern iddialara yine başka
modern iddialarla karşı çıkmak gibi bir tuzağa yakalanmaktan kaçınmamız
gerektiğini söyleyebiliriz.” (Özel, 2012: 155-156)
Şaire göre bu noktada iki hususu birbirinden dikkatle ayırmamız
gerekli. Meseleleri kavramada radikal davranmak, her meseleyi o meselenin
doğmasına yol açan bütün unsurları göz önüne alarak ve elden geldiğince
derinlere inerek incelemek mecburiyetindeyiz. Bir meseleyi kökten
kavramakla, o meseleye köklü bir çözüm getirmeye çabalamak birbirinden çok
farklıdır. Kavrayıştaki köktenci tutumumuz bizim şükreden, hamdeden
tarafımızdır. Buna karşılık bir meseleye kökten bir çözüm önermek, bir
rububiyet iddiasıdır. Gerçekte meseleyi kökten kavrayan kişi, o meselenin
nihai çözümünün elinde olmadığını da kavramış sayılır. Ancak meselenin radikal
bir yaklaşımla kavranışı o mesele içinde erimekten, o mesele dolayısıyla
karşılaşılan belalara, günahlara bulaşmaktan bizi alıkoyar. Kavrayışında
radikal olmayan, istikametinde de isabetli olamayacaktır. (Özel, 2012: 156)
İslam’ı bir medeniyet projesi olarak kavrayıp da Müslümanların yeni
bir medeniyeti geçmişte olduğu gibi yeniden nasıl inşa edebilecekleri konusunda
acaba İsmet Özel ne düşünüyor diye yola çıkanlar bu bağlamda çok sert bir
duvara çarpmaktadır. Çünkü şair, medeniyeti olumsuz gördüğü gibi, İslam’ı bir
medeniyet olarak kabul etmemekte (medeniyet denilen boyutlarını İslam’dan
uzaklaşma olarak değerlendirmekte), geleceğe dair meseleye kökten çözüm öneren
yaklaşımları da rububiyet iddiasında bulunmak şeklinde mahkûm etmektedir.
Şaire göre şu an çözüm olarak tek bir şey vardır: İslam ahlakını
savunmak.
“Üç mesele üzerinde düşünmek, küfrün yerküre üzerindeki hâkimiyetinin
dayanakları üzerine düşünmek anlamına gelir. Yabancılaşma, Âdemoğlunun bilme,
yapabilme konusunda en üstün varlık olduğu varsayımından kalkılarak türetilen
bir düşüncedir. Dolayısıyla bütün olumlu değerler insanın
mükemmelleştirilmesiyle sağlanabilecektir. İnsanın kaçınılmaz üstünlüğünün
kabulü, düşünceyi insanın yapıp etmelerinin gelişmiş bir aşaması sayılan
medeniyetin de kaçınılmazlığına, meşruiyetine götürecektir. Bu kaçınılmaz ve
meşru medeniyet kendi hayatiyetini mümkün kılan araçlara da meşruiyet, masumiyet
ve giderek mecburiyet gücü verecektir. Teknolojinin cebri altında medeniyet de
icbar edici olacak ve hümanizm zorba bir düşünce olarak insanlar üzerindeki
hükümranlığını sürdürecektir. Bu iktidar teslisine karşı Müslümanlar olarak
biz, tek şeyi, İslam ahlakını savunmak durumundayız.” (Özel, 2012: 157)
“Teknolojiden, medeniyetten ve yabancılaşma düşüncesinden doğan
meselelerin teknolojinin, medeniyetin ve yabancılaşma düşüncesinin kendi özgül
alanlarındaki çözüme kavuşturulabileceğini sanmak, bir öpücüğü geri almak
isteği gibidir. Üç Mesele’nin çözümünü, bu meselelerin dışında, itikat ve
ibadette bulabileceğimize inanıyorum. Belki de bu meseleleri köklüce,
derinlemesine kavramak, bizi kulluğumuzun şuuruna varmada daha ileri bir
merhaleye ulaştıracak.” (Özel, 2012: 158-159)
“İlk yapacağımız şey kafaca bu medeniyete, bu hayata, bu yaşam
tarzına, bu münasebetlere evet deyip demediğimizin tespitidir. Eğer küfür
düzeni diye kısa yoldan kestirip attığımız medeni hayata geçici olarak
katlanıyor değil de bunun kaçınılmaz olduğunda ve ne yapılacaksa bu ortamda, bu
imkânlarla yapılacaktır fikrinde ısrarlı isek bu çarkların içinde boğulmayı
peşin kabul etmişiz demektir. Yok, eğer, şimdi bu hayat hükümran ama biz Müslüman’ca
bir ısrarla bu sultayı kırar ve kendimizin en büyük adımı atabileceği bir
ortamı sağlamaya yönelebiliriz diyorsak bu, bence açık ve güneşli bir yoldur.
Önce zihnen yanlış yaşadığımızı kabul edebilirsek, doğrusu için
belki önce çok küçük ve fakat çığ gibi büyüyebilecek bazı tedbirler alabiliriz.
Daha bu medeniyetin içinde boğuntulu bir haldeyken, tartışmayı bu medeniyetin
imkânlarından çıkamayız noktasında başlatmak ya bu medeniyetin haracını
yiyenlerin bir dümenidir veya kendinde itikadi bir dayanak noktası
görmeyenlerin.
Evet, bu medeniyetin içinde yaşıyoruz, hayatımız bunun çarklarına
bağlı. Ama biz bu çarklara çomak sokma işine giriştik mi? Bu çarkların
dönmesine kolaylık mı sağlıyoruz yoksa biz Müslümanca davrandığımız için
çarklar daha mı gıcırtılı dönmeye başlıyor? Bu noktada sarahate kavuşalım.
Bu medeniyetin içinde olmak, bu medeniyetin havasını teneffüs
etmek, birinci meselemiz değil. Birinci meselemiz, bu medeniyetin içinde
olmaktan tedirginlik duyup duymadığımız, soluduğumuz havanın zehirli olduğunun,
bizden bir şeyleri sürekli olarak alıp götürdüğünün farkında olup
olmadığımızdır. Eğer medeniyetin içinde olmaktan Müslümanca bir huzursuzluk
duyuyorsak, Müslümanca kardeşliğin gereği olan dayanışma ile bu dünyanın kiri
ve pasıyla mücadeleye girişmek için asgari şartı elde tutuyoruz demektir.”
(Özel, 2009b: 398-399)
İslam’a İlerlemeci Medeniyet Perspektifinden Bakılabilir mi?
“Birçok çağdaş Müslüman düşünüre göre İslam’ın günümüzde verdiği ve
vereceği savaş, bir İslam medeniyeti kurmaya yahut İslam medeniyetini
diriltmeye yönelmiştir. Kolayca anlaşılacağı gibi gelecekteki bir medeniyetin
sözcülüğünü üstlenmek, geçmişteki medeniyetin savunulmasına kapı açmaktadır.
İslam adına mücadelenin bir medeniyet mücadelesi olduğu ileri
sürülebilmektedir. Bu yaklaşımın tarafımızdan kuşkuyla karşılandığını ilk ağızda
belirtelim. Kanımızca, İslami mücadeleyi medeniyet ve kültür sorunu içinde
görmek, ona insanlık tarihinin kurumsal anlamını fazlasıyla yüklemek demektir.
Bir kez İslam’ı medeniyet sorunu içinde kavradık mı artık onu zaman içinde bir
kategori olarak görmek ve tarihin şartları içinde değerlendirmek düşüncesine
kendimizi hapsetmiş oluruz. Belki bu yolla İslam’ın yeniden doğuşuna
sosyolojik, iktisadi, siyasi gerekçeler hazırlamamız ve İslam medeniyetinin
yeniden kuruluşuna düşünsel temeller sağlamamız mümkün ve hatta kolaydır. Ama
böylelikle kafa yapımızı da gelecekteki insan toplumunun, diyelim ki sosyalist
değil İslami bir toplum olacağı konusunda bir öncekine eşdeğer kanıtlara
ayarlamış oluruz. Gelecek insan toplumunun sosyalist bir toplum olup olmayacağı
nasıl tartışılabilirse aynı düşünme kalıbı içinde gelecekte bizi bir İslam
medeniyetinin veya toplumunun bekleyip beklemediği tartışmaya açılmış olur. Hâlbuki
savunmasını yaptığımız bakış açısı uyarınca Müslümanın gerek birey gerekse
cemaat olarak kendi tanımına sahip çıkması doğrultusunda bir eylem söz
konusudur. Müslümanın kendi tanımına sahip çıkması demek, yalnızca kendisine
Allah tarafından gösterilmiş yolun izlenmesi demektir. Müslüman kendi eyleminin
sonuçlarında nasslar ölçüsünde sorumludur. Onun davranışlarını güden, büyük
ölçüde yapıntı, insani tasarımlar değil, emir ve nehiylerdir. Öyleyse medeniyet
gibi tamamen tarihi ve toplumsal şartların çerçevesinde anlaşılabilen bir
kavram, Müslümanın davranışlarında belirleyici bir öge (unsur) olma imkân ve
imtiyazına sahip olamaz.” (Özel, 2012: 99-100)
İsmet Özel’e göre “İslam’ın bütün yer ve zamanlar için vaz’ edilmiş
ilkelerinin anlamına varmadan onu belli insanlara bağlı özellikleriyle anlamak
mümkün değildir.” (Özel, 2012: 19-20). “İslam’ın insanların nisbi
değerlendirmelerine göre bir “yer”e sahip olamayacağını, belli bir zaman dilimi
içinde anlam kazanmasının mümkün olamayacağını, bir kavmin kültürel varlığının
mütemmim cüzü olarak anlaşılamayacağını İslam’ı anlamanın ön şartı sayıyoruz.”
(Özel, 2012: 19)
“İslam’a yaklaşan zihin, İslami hayata bakan göz, onu asıl
gerçekleştireceği hedeflerin bir unsuru, niyetlerine müdahale eden bir vakıa
olarak gördüğü sürece İslam için kendi düşüncesinde bir “yer” tayin edecektir.
Bu yer, tarihi bir kategori, coğrafi bir mekân, kültürel bir iz olabilir. Milli
hedefleri olan kimse için İslamiyet vazgeçilmez bir dinamik, emperyalist için
sömürülmeye elverişli topraklar, sosyalist için transformasyona uğratılması
gereken insani değerler olarak anlaşılabilir. Bunların hepsi İslam’a tarih ve
zaman içinde bir yer yakıştırmak heveslerinin birer ürünü. Bu yer onların
İslam’ı bir malzeme olarak (müspet veya menfi) kullanmalarına elverişli
görünüyor. Oysa İslami mücahedeyi bir farz olarak yüklenmiş olan Müslüman,
İslam’a tarihi veya coğrafi bir yer biçmenin İslam’ı bir amaç değil, bir araç
durumuna getirmenin bir yolu olduğunu bilir.” (Özel, 2012: 19)
Bu değerlendirmelerde belirtildiği şekliyle İslam’ı bir zamanlar
insanlığa yön vermiş bir medeniyet olarak ele almak, ona zaman içinde bir yer
tahsis edip, onu beşeri kalıplara ve insani tasarımlara mahkûm etmek gibi bir
sonuç doğurmaktadır.
İnsanlık Teknikle ve Medeniyetle İlerlemekte midir Yoksa Hakikatten
Uzaklaşarak Yabancılaşmakta mıdır?
“Hayatımıza müdahale eden bugünkü medeniyet, verdiği eğitim içinde
ilerleme düşüncesine büyük yer veriyor. Medeniyet, insan toplumlarının sürekli
bir gelişme içinde olduklarını, daha üstün bir geleceğe doğru yol aldıklarını
köklü bir inanç haline getirmeyi bir görev olarak üzerine almış. Bu, gerçekte
belirli bir zorbalığın haklılaştırılma isteğinden başka bir şey değildir. Bugün
birçok zihinde basitleştirilmiş ve şematik bir “ilerleme” fikriyatı vardır.
İnsanlar tarihi materyalizmi benimseseler de reddetseler de ilerlemenin kabulü
zorunlu bir gerçek olduğuna büyük ölçüde inandırılmışlardır. Hatta birçokları
insan toplumlarının maddi gelişmesinin manevi gelişmeden çok hızlı oluşundan
ötürü büyük sorunlarla karşı karşıya kaldığını bile ileri sürüyorlar. Demek ilerleme
düşüncesine öyle kandırılmışlardır ki insanın ruhi yapısında mekanik doğrultuda
aşamalar geçireceğini kabul ediyorlar.
İlerleme düşüncesinin ana dayanağı, insanın zihninde nitelik
(keyfiyet) ve nicelik (kemmiyet) kavramlarının materyalizme hizmet edecek
biçimde bulanıklaştırılmasıdır. Yani insan ve insanlık hayırlı olanın ne olduğu
konusunda çarpıklığa mahkûm edilmek istenmiş ve büyük ölçüde başarıya
ulaşılmıştır. İlerleme konusunda ifrata varan düşünceler bazen karşısında
tefriti de bulmuştur. Sözgelimi batı düşüncesi içinde 17. yüzyılın en parlak
zekâlarından biri olarak kabul edilen Montesquieu her türlü teknik ilerlemeye
karşı çıkmış hatta su değirmeninin kullanılmasının bile hayırlı olmayacağını
savunmuştur.
Müslümanı ilerleme konusunda kararsızlığa sürükleyen kayguların
uğraştırmaması tabiidir. Çünkü Müslümanın gelecekte daha üstün bir Müslümana
ulaşmayı düşünmesi mümkün değil. Devr-i saadetin, en üstün Müslümanların
yaşadığı bir dönem olduğundan hiçbir müminin kuşkusu yok. Öyleyse Müslümanın gelecekten
beklediği yalnızca gerek insan teki gerekse toplum olarak doğruya varmak,
yanlışı reddetmekten ibarettir.
Bu açıdan bakılınca insanlığın yaşadığı macerayı anlamlı kılan tek
şeyin hakikatle olan bağlantı olduğu görülecektir. Eğer önümüzde bir İslam
toplumuna yeniden kavuşmak diye bir sorun var ve içinde bulunduğumuz şartlar
bizi teknik karşısında tavır almaya zorluyorsa, elimizdeki ölçü “ileri
gitmek-geri kalmak” gibi çarpıtılmış anlayışlar değil, “hakikate yakın veya
uzak olmak” gibi inançlarımızla bağdaşık bir ölçü olacaktır.
Teknoloji bize ilerlemenin bir tezahürü olarak sunuluyor ve onun
ortaya çıkardığı hayat tarzı ileri, mükemmel bir dünyanın gereği olarak
gösteriliyorsa, durumu kuşkuyla karşılamak hakkımızdır. Çünkü biz ilerlemenin
bizzat kendisinin var olup olmadığından kuşku duyuyoruz ve mükemmel bir hayatı,
İslamiyet’in en yoğun yaşandığı hayat olarak anlıyoruz. Ama biz Allah’a olan
teslimiyeti, Peygamberimizin ashabından daha yoğun yaşayacak Müslümanlara
gelecekte ulaşılabileceğini de düşünmüyoruz. Bu durumda teknik imkânları elde
etmek bizim için hayatımızı üstün bir noktada yeniden inşa etmek yahut
teknolojinin kurduğu temelden yükselerek yeni bir şahsiyet bulmak gibi amaçlara
dönük olamaz. Tekniğe yaklaşırken hangi gerekçeyi getirebiliriz? Olsa olsa
Müslüman toplumun muhafazası, ayakta durması, savunulması ve nihayet
dövüşebilme gücünü elinde tutması gibi bir gerekçeyi getirebiliriz. Gerekçemiz
tekniğin toplumda tutacağı yeri de belirleyecektir.” (Özel, 2012: 147-149)
İçinde bulunduğumuz zaman dilimini bir başka Ortaçağ olarak gören
Özel, “Birinci ortaçağdan çıkarken Avrupa düşüncesinin öngördüğü bütün
varsayımlar iflas etmiştir. İnsanın üstün insana dönüşmesi bir yana, Âdemoğlu
mevcut seviyesini koruyamaz hale düşmüş, toplumlar yeni ve hakkaniyete dayalı
bir düzenlemeye kavuşmak yerine gittikçe teknokrat-bürokrat despotluğuna boyun
eğer hale düşürülmüşlerdir. İçinde bulunduğumuz ortaçağın belirgin özelliği düş
kırıklığı ve insan ruhunun tıkanıklığıdır.” (Özel, 2012: 35) demektedir.
“Hayat büyüler, büyücüler, fallar, falcılar tarafından istila
edilmiş, helal ve haramı birbirinden ayırabilecek ölçüyü kullanma yeteneği
insanların elinden alınmıştır. İnsan kendisine zekâ ürünüdür diye sunulan
birçok herze ile günden güne hamakat sahibi kılınmaktadır. Evet, biz bugün bir
ortaçağ yaşıyoruz. Hem öyle bir ortaçağ ki bir öncekinden çok daha aşağı bir
seviyede. (Özel, 2012: 34-35)
Modern Batının Düşüncesi, Tekniği ve Medeniyetiyle Nasıl Bir İlişki
Kurulmalı? Nasıl Mücadele Edilmeli?
Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma kavramları ekseninde Üç Mesele
isimli eserini kaleme alan İsmet Özel’e göre modern zaman Müslümanlarının en
temel yanlışlıklarından biri de seçmecilik yanılgısıdır. Kitabında bu
konuya müstakil bir bölüm ayıran şair, batılı eğitim sisteminin ürünü olan
Müslüman zihinlerin her şeyden önce bu yanlışın farkına varmaları gerektiğine
dikkat çekmektedir.
“Bu seçmeci tutumun temel yanlışı, Kelimetullah’ın insanlara işaret
ettiği yönü kavrayıp o yönde bütün öteki insan ürünü düşünce sistemlerini
değerlendirme yolunda titizlik göstermedeki ihmalleridir. Bazı Müslüman yazar
ve düşünürler, insanlar tarafından hüsn-ü kabul görmüş ve aklın ve sağduyunun
müspet karşıladığı birçok düşünce ve tezahürünün İslam’daki karşılığını arayıp,
ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Yani peşin olarak o düşünce birimlerini geçerli
kabul ediyor ve onların İslam’da doğrulandığını gösterme telaşına kapılıyorlar.
İslam’dan ayrılmamak yani görüşlerinin Kur’an ve Sünnet hükümleriyle
mutabakatına dikkat etmek onları Müslüman kılıyor, velâkin görüşlerinde
tanıdıkları sınırın kendi İslam dışı metotlarına bağlı oluşu da onları
güttükleri “felsefe” içine hapsediyor. Bu –zaman zaman gerçekten saygıdeğer ve
imrenilecek incelikte- seçmeciliğin önüne geçmek zorunludur. Esasen böyle bir
tuhaflığın ortaya çıkması hepimiz biliyoruz ki Batı düşüncesinin İslam
yazarları üzerindeki can sıkıcı baskısından doğmaktadır.” (Özel, 2012: 39-40)
“Çeşitli düşünce akımlarının İslam içinde eritilmesi biçiminde
ortaya çıkan seçmecilik, görüldüğü kadarıyla İslam’ın düşünce hayatında ve
günlük hayatta mutlak hâkimiyetine bir ayak bağı olabilecek özellikleri
bünyesinde taşımaktadır. Çünkü seçmecilik, müminlerin, başka düşünce
sistemlerinin meseleyi ele alış tarzları içinde dahi mümin kalabilmeleri gibi
garip bir durum ortaya çıkarmakta, bunun yanı sıra İslam düşüncesi içinde İslam
dışı bazı kıstasların sağlam kabul edilebilmelerini kolaylaştırmaktadır. (Özel,
2012: 40)
“Bir Müslümanın hiçbir konuda seçmeci olamayacağına dair canlı bir
örneği Muhammed İkbal’in kadın konusundaki tutumundan çıkarmamız oldukça
kolaydır. İkbal, İslam’ın hükümlerini, edindiği Avrupai kültürün süzgecinden
geçirip bir yoruma ulaşmış olmakla birlikte, önceden temelli bir biçimde
sahiplendiği kültürle açıkça çelişen İslami hükümler karşısında zor durumda
kalmakta ve hatta İslamca duygularını zedeleyecek sonuçlara doğru uzanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in kadınlar hakkındaki bazı açık hükümleri, kadını Avrupalı
gözüyle kavrayan İkbal’i adeta ağlamaklı kılıyor: Kitab’ın “Erkeklerin meşru
surette kadınlar üzerindeki kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız
erkeklerin hakkı onlardan bir derece fazladır.” mealindeki hükmünü yine
Kitab’ın sunduğu kavrayış tarzı içinde anlamaya yanaşmıyor da tutup kendisine
hümanisme hastalığı içinde aşılanmış önyargıların paralelindeki düşünceleri
üstün tutuyor:
“Ben de çok kederliyim kadınların çektikleri cefadan
Ama öyle müşkül ki mesele, halline imkân bulamam.”
Açıkça görüldüğü gibi İkbal, meseleye bakarken Batı fikriyatına,
Avrupai kavrayış tarzına olan sadakatini elden bırakmıyor. Eğer İslam kafada
hal-i hazırda bulunan düşüncelerle uygunluk içindeyse ne ala, yoksa meseleyi
müşkül buluyor nedense. Belirgin biçimde gördüğümüz gibi burada karşı karşıya
olduğumuz kafa yapısı, asıl biçimlenişini Kur’an-ı Kerim dışında
gerçekleştirmiştir. Öyle olmasa idi kadın meselesini müşkül bulmayacak, kâfir
görüşlere karşı açık alınla, doğrusu budur, çünkü böyle buyrulmuştur diyebilecekti.”
(Özel, 2012: 41)
“Bugüne kadar ortaya çıkan ve belki bundan sonra da rastlayacağımız
seçmeci ve telifçi tutumların sahipleri, bize öyle geliyor ki İslam
düsturlarının mutlak hâkimiyetine karşı güvensizlik duygularını içinde
barındıran düşünür ve yazarlardır. Çıkış yolunu İslam ile bir başka düşünce
sisteminin uzlaşmasında görmenin sebebi herhalde budur.” (Özel, 2012: 42)
“Seçmecinin aşağılık duygusu, İslam’ın kapsayıcı vasfını
anlayamamaktan doğar. Kapsayıcılık anlaşılmayınca da düşünce adamının kendi
aklına güveni ön plana çıkıyor. Bu güven içinde öteki düşünce sistemlerinin
akla uygun yönlerini İslam’a yamamak ve böylece güya onu daha kabule şayan hale
getirmek endişesi doğuyor.” (Özel, 2012: 43)
“Seçmecilik üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu konu,
göründüğünden de önemli sonuçları beraberinde sürüklüyor çünkü. Seçmeciliğin
düşünce planında ne kadar saptırıcı bir rol oynadığını kabul etmek zorundayız
ama günlük hayata yansıyan şekliyle de seçmecilik Müslümanca bir hayat
özleminin ölümüne açılan bir kapı görünümündedir. İslami olmayan bir yaşama
biçimiyle İslam prensiplerini uzlaştırma gayretleri, bana kalırsa iman zaafının
bir bahanesi bile olabilir. Şöyle ki, inanç seçmecinin indinde vazgeçemediği
bir duygu olarak kalır ama hal ve şartların hâkimiyetini ruhunda ezici bir
biçimde duyar.
Bilhassa Batı medeniyetinin İslam ülkelerine baskıda bulunduğu
dönemlerde yaygınlık kazanan ve hala kurtulamadığımız bir hastalık
kemirmektedir zihinlerimizi: Batının maddi yani teknik gücü karşısında
yılgınlık. Bu yılgınlık, çıkış yolu arayan birçok düşünce adamına şöyle bir
çözümü ilham etmiştir: Çağın (yani Batının) maddi gücünün esası olan
teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlaki ve fikri değerlerini kendimizden uzak
tutalım. Bu konuda Japonya örneği de dillere pelesenk edilmiştir. İlk bakışta
son derece yerinde bir çözüm yolu gibi görünen ve birçok insanın samimiyetle
gerçekleşeceğine bel bağladıkları bu yaklaşım, aslında meseleyi hiç
anlamamaktan doğan bir ifadedir. Seçmeciliği günlük hayatımıza hâkim kılmaktan
başka bir işe yaramayan ve aslında bizi bugün yaşadığımız rezilane durumun pek
uzağına götürmeyecek bir çözüm.
İslam değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip
beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Çünkü günümüze hâkim olan
bilim ve teknik, Batıda belli bir dönemde belirlenmiş bir kafa yapısının
uzantısıdır; belli bir toplumsal yapının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslam’a
taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır. Bilimin
ilerlemesi bilime has özelliklerden değil, o bilim görüşünden en çok faydalanan
insanlar yüzündendir. Bu yüzdendir ki bugünkü hayatı biçimlendiren teknik
teçhizat değil, o teknik teçhizatın ortaya çıkmasına ve bazı insanların kâr ve
kuvvet sağlamasına yol açan müesseselerdir.
İmdi, Müslümanlar hem o müesseseleri reddedip hem de o
müesseselerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı nasıl kendi hayatlarına
adapte edeceklerdir? Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta, Batının inancı,
felsefesi, bilimi ve tekniğiyle bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden,
kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir.
Yani ne yapalım, diyecektir bazıları, adam atom reaktörleriyle dev
bir endüstriyi harekete geçirmişken, bunca uydu ile dünyanın çevresini saracak
bir teknolojiyi geliştirmişken biz savunmasız, güçsüz, maddi teçhizatı
Batınınkinden geri bir İslam Devleti’ni nasıl ayakta tutabiliriz? Bu tekniği
onlardan almayalım mı? Her şeyden önce şunu kafamızda iyi tutalım ki bir İslam
Devleti’nin söz konusu edilebilmesi için Müslümanların birçok önemli imtihanı
başarıyla vermiş olmaları gerekir. Bu imtihanlarda başarılı olmak da teknolojik
üstünlüğü gerektirmeyecektir. Müslümanların tek tek ve topluca kendi
kalitelerini yani İslam’a has kalitelerini geliştirmiş olmaları gerekecektir.
Bütün bu çabaların sonunda varılacak İslam Devleti veya herhangi bir İslami
toplum yapısı, kolaylıkla kendi hayat tarzına uygun maddi kuvveti üretecektir.
Bu kuvvet, Batınınkine benzer bir teknik gelişim sonucunda elde edilmeyecektir.
Ama hiç şüphesiz Batının silahlarını tesirsiz kılacak özelliklere sahip
olacaktır. Daha açıkçası Müslümanca bir hayat tarzının uzantısı olan teknolojik
bir teçhizat sahibi olunacaktır.
İslami mücadele, peşin uzlaşmanın uzantısı olarak yürütülmemelidir.
Batının bilimsel kapasitesinin üstünlüğünü kabul ederek girişilecek savaş bizi
nereye kadar götürebilir? Hem sonra senin tekniğin üstün ve iyi, benimse
inancım üstün ve iyi diyebilecek kadar saçmalamamız mümkün mü? Esas meselemiz,
her yönüyle Müslümanca bir hayatı göze alıp sonuna kadar götürebilecek inanç
kuvvetini elde bulundurmamızdır.” (Özel, 2012: 44-46)
“Niçin diye soruyordu benim çocukluğumun Mankafa Poldi’si
“solucanlarla kirpileri çiftleştirmiyorsunuz? Pekâla dikenli tel elde
edebilirsiniz böylece!” Yine aynı Mankafa Poldi’nin bir başka teklifi şöyleydi:
“Şu papağanlarla posta güvercinlerini çiftleştirsenize!... Yolunu şaşıran posta
güvercinleri böylece nerede bulunduklarını sorup öğrenebilirlerdi.”
İslam’ı kendine mahsus ruhi disiplinden farklı bir alan içinde
görmek veya göstermek isteyenler ve Müslümanca bir anlayış alanı dışında kalıp
da İslami hükümlerden fayda uman insanların düştükleri durum hiç de Mankafa
Poldi’nin durumundan uzak değil. Felsefi akımlarla posta güvercinlerini
çiftleştirsenize yollu önerilerde bulunan seçmecileri (eklektikleri) bir yana
bıraksak bile Müslümanlar olarak birçoğumuzun dikenli tel veya konuşan güvercin
elde etme gayreti içinde olduğumuz anlaşılabilir. Çünkü birçoğumuz yaşadığımız
hayat ile İslam’ı uzlaştırma çabasındayız. Hatta daha da ileri gidenlerimiz
var, bunlar İslam’ın topluma hükümran olmasını istedikleri halde, bu toplum
hayatının teminatı olan bazı unsurların değişmesini hiç göz önüne almıyorlar.”
(Özel, 1998: 141)
“Güvercin isek güvercin olduğumuzun bilincine varalım, papağanla
çiftleşmeye kalkıp da konuşan güvercin oluruz umudu bizleri felakete dûçar
edecektir. Her çağın meselesi o çağla birlikte yıkılıp gider. İnsan olmanın
fazileti, nerede ve ne zaman olduğunu kavramakla elde edilir. Zamana ve mekâna
hükümran olma özentisiyle değil.” (Özel, 1998: 143)
“Şimdiye kadar denediğimiz yol, Batı’yı muktedir kılan usul ve
hayat biçiminin bizi de güçlü kılacağına inanmamızdı. Yani bir bakıma biz
Batı’nın tasallutundan kurtulmayı değil, onun gibi icbar edici bir kuvveti elde
bulundurup, muktedir olmayı hedef olarak seçtik kendimize. Bu yüzden Batı bir
şey yaparken ona bakarak bir şey yaptık biz de. Yaptığımızın aynı şey olması
mümkün değil. Ancak onunkine benzer bir şeydi. Bu yönüyle değerli olması mümkün
değildi. Batılılaşma çabasına ilk adım atanların safiyane bir hülyaları vardı. Bazı
tedbirler alarak dünya hâkimiyetini paylaşanlar arasına katılmak. Bu hülya
bugün bizim dünyadaki güçler merkezinden daha çok uzaklaşmamızı temin etti.
Eğer amacımız şahsiyetimizi kazanmak, Müslüman hüviyetimizin değerine kavuşmak
ise, bu yolla bir kurtuluşun kurtuluş olduğuna inanıyorsak, iki yüzyıl boyunca
yapmaya çalıştığımızın dışında bir şeyler yapmamız kaçınılmaz.” (Özel, 1997:
88)
Medeniyet Kolayca Sahiplenilecek Olumlu Bir Kavram mı?
“Batı karşısında medeniyet kavgası veriyorum diyebilmek için bile
hangi kafa yapısı doğrultusunda hareket ettiğini, nasıl bir hayat tarzı
amaçladığını, ne tip bir insana ulaşmak istediğini açık seçik ortaya koymak
gerekiyor. O zaman yaptığımızın hamaset değil siyaset olduğunu, ne adına
konuştuğumuzu bilir, bildiririz.”(Özel, 2012: 81) diyen Özel’e göre İslam
medeniyeti de diğerleri gibi ölü bir medeniyettir. Batı medeniyeti kendi
varlığını devam ettirebilmek için önce “soğuk savaş” tabiriyle ve “doğu bloku”
söylemiyle dünyayı uyuttu şimdi ise bir düşman üretebilme sevinciyle “İslam
medeniyeti” söylemini devreye sokmak istemektedir. Bizlerin “a bakın demek ki
bizi bir güç olarak görüyorlar” yanılgısına ve kıskacına düşmememiz gerekir.
(Özel, 2006: 35-36; 20-21)
“Benim kişisel olarak kabul ettiğim medeniyet tanımı, Oswald
Spengler’den ödünç aldığım tanımdır ki, o da özetle şöyle ifade edilebilir:
“Bir medeniyet yani bir zivilisation bir kültürün donmuş halidir.” Yani bir
kültür doğar, dinamik bir durumdadır; eğer bu kültür herhangi bir şekilde
sadece kendini üretebilecek formlara kapanır ve donarsa o artık bir medeniyet
haline gelir.” (Özel, 2006: 21-22)
Medeniyet kavramını adeta insanın özüne yabancılaşması süreci
olarak değerlendiren Özel’e göre her türlü medeniyete karşı olmak
gerekmektedir. Dolayısıyla “İslam medeniyeti” ifadesi ya doğru bir ifade
değildir ya da ona da karşı olunmalıdır. Çünkü onun da diğerlerinden farkı
yoktur.
Şaire göre “bazı tarihi zenginliklerimize sahip çıkmakla İslam
medeniyeti övgüsünü birbirine karıştırmamak gerekir.” (Özel, 2012: 85)
“Bütün medeniyetlerde toplum düzenlenmesi insanları gelir
kategorilerine ayırmaya, altlık-üstlük kurumlarını güçlendirmeye yönelmiştir.
Bu bakımdan medeni olmak, insan münasebetlerinin bozuk ve haksız olmasına adeta
karine teşkil etmektedir.” (Özel, 2012: 86)
“İslam toplumları da zaman zaman medeni olmuşlardır. Fakat ne
devr-i saadet ne dört halife devri ne de Osmanlı devletinin ilk iki yüz yılı
medeni zamanlardır. Osmanlı medeniyeti miladın 15. Yüzyılında en parlak
zamanlarını yaşamıştır ki bu dönem, Devlet’in İslam umdelerinden uzaklaşmaya
başladığı dönemdir. Yine Emevi ve Abbasi medeni devirleri, toplumda refahın
getirdiği İslam dışı eğilimlerin güçlendiği devirlerdir. Debdebeli saray inşa
eden ve emrinde Hıristiyan asker kullanmakta bir beis görmeyen Selçuklu
saltanatı, hiç şüphesiz medeni diye vasıflandırılabilir.
Bütün bunlara rağmen İslam medeniyetleri bünyelerinde “fani bedene
kefen yaraşır” diyen cihad ruhuyla dolu, kendileri dışındaki insanları
müminseler kardeş, değilse Allah’ın emaneti olarak gören büyük şahsiyetleri
barındırmışlardır. Bu kimseler genel akışa rağmen medenileşmemiş unsurlardır ve
mekanizmanın yozlaştığı dönemlerde bile toplumu yaşanır kılan bu medeni olmayan
yani dünya düzenini ancak inancından geçen bir dolayımla kavrayıp kabul eden
insanlar olmuştur.
Bütün bunlar göz önüne alınacak olursa bugün yürütmeye yahut
gündeme getirmeye gayret ettiğimiz İslami mücadelenin bir İslam medeniyetine
varacağını istemek abestir. Kuşku yok ki biz, bir İslam toplumu, Kur’an ve
Sünnet’in yegâne otorite kabul edildiği bir toplum için elimizden geleni
yapmaya yönelmişiz. Ama bu, geçmiş İslam medeniyetlerini canlandırmak, taklit
etmek, yeni şartlarda bir İslam medeniyeti tesis edebilmek için gösterilen bir
çaba değil. Tam tersine İslam devleti geçmişte nasıl medenileşmiş, bunu iyice
anlayıp, böyle bir medenileşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir
İslam toplumuna gitmemiz esastır. Çünkü medenileşmek, yetim hakkını gaspa
yönelmek demektir.” (Özel, 2012: 87)
“Medeniyetin bir toplumda inceliği, zarafeti geliştirdiğinde şüphe
yok” diyen şair, bu inceliğin beraberinde lüzumsuzluğu getirdiğine,
lüzumsuzlukla beraber rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüşmesi sürecine
dikkat çekiyor. (Özel, 2012: 90-91)
“Medeniyetin getirdiği inceliğin ve zarafetin bir bedeli olması
gerekir diye düşünebiliriz. Medeniyet inceliği veriyor insana, karşılığında
içtenliğini alıyor. Medeni insanların hayatlarının her yönünde yapma kurallara
boyun eğmeleri, onları kendilerinin olmayan bir yaşayış içine hapsediyor.
Bundan şikâyetleri yok onların elbette. Çünkü artık yaptıkları ile düşündükleri
arasında bir zıtlık duymayacak kadar medeni haline gelmişlerdir.” (Özel, 2012:
91)
“Nerede bir medeniyet varsa orada bir saray hayatı, gittikçe aşağı
tabakalara inen bir saray adabı vardır” diyen şair, medeni toplumların boş
zamanı olması gerektiğine dikkat çekmektedir.
“Boş zamanı olan, çok çalışmak zorunda olmayan, refah düzeyi
aylaklığa elverişli birtakım insanlar olmalı ki medeniyet olgunlaşabilsin…
Medeni toplumun serveti (medeniyet her kesime şamil ise) insanların gıda,
giyecek ve barınak ihtiyaçlarını asgarinin üstünde bir seviyede tatmin etmesi
zorunludur. Yani medeniyet ve refah, tıpkı incelik gibi yan yana gidiyor. Ama
ince ve müreffeh olmak o medeni dediğimiz toplumun yalnızca bir kesiminin özellikleriyse
varın siz geri kalanların halini düşünün.
“Geri kalanlar” medeni toplumun “zarif” kesimine bu zarafetlerini
devam ettirmeleri için gerekli imkânları sağlamaya matuf bir hayat biçimine
mahkûm edilmişlerdir. Zarifleri zarif kılmak için her şeylerini feda ettikleri
yetmezmiş gibi kendileri de zariflerin bir kopyası olmaya özenirler ve zarafet
özentisi, zariflikten çok daha şedit bir beladır.” (Özel, 2012: 91-92)
Medeniyeti Nasıl Okumalıyız?
İsmet Özel, medeniyetin bazı özelliklerini İbn Haldun’dan hareketle
şu şekilde sıralamaktadır. (Özel, 2012: 108-110):
1.
Medeniyet,
sınıflaşmayı ve insanın insanı sömürmesini öngörür ve elbette sınıflaşma ve
sömürü medeniyeti doğurur.
2.
Medeniyet,
insanların madde karşısında zaaflarının ve maddi gelişmeye mahkûm olmalarının
somutlaşmış halidir.
3.
Medeniyet,
toplum yapısını ve insan kişiliğini karşılıklı olarak bozar ve kokuşturur.
Bu tespitlere dayanarak şair medeniyetle ilgili şu sonuçlara
ulaşmaktadır. (Özel, 2012: 108-113):
1.
Medeniyetin
getirdiği yapı içinde veyahut tam tersine medeniyete varan yapı içinde her
çeşit sanayiin artıp gelişmesine sebep olan yol ve yöntemler, hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak kadar belirli bir biçimde gayr-i İslamidir. Üstelik
medeniyetin insanlara sunduğu toplum yapısı Kur’an’a muhaliftir. “Tâ ki (bu
mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
(59/7)
2.
Medeniyet,
toplum hayatının düzenlenmesinde insan aklının egemenliğine ve tatmin
yollarının seçiminde nefsin eğilimlerine üstünlük tanımanın doğal sonucudur. Bu
bakımdan, medeni toplumlarda insana özgü hüner ve kuvvetlerin ileri noktalara
ulaşmasının yanı sıra yine insana özgü bozulma ve sapıklıkların yayılmasını
gözlemlemek mümkündür.
3.
İslami
mücadelenin varacağı noktanın bir İslam medeniyeti olacağını ifade etmek ne
kadar iyi niyete dayalı olursa olsun içinde bir yanlışı barındırmaktan uzak
değildir. Çünkü İslami ilkelerin savunulması, bir medeniyet ölçüsünde ele
alınamaz. Bu takdirde İslam kaynaklarının bir medeniyet kurmayı öngördüğü iddia
edilmiş olur ki böyle bir iddia abestir. Kur’an ve sünnet insanlığa nasıl
yaşanması gerektiği konusunda yol göstermektedir. Bunun medeni veya gayr-i
medeni olmak gibi bir ölçüye vurulmasına hiç gerek yoktur.
4.
Medeniyet,
Avrupa’ya has değildir; Müslüman toplumlar da onun kadar hatta ondan daha fazla
medenidir gibi bir yarışmaya girmek, her şeyden önce medeni olmanın geçerli bir
ölçü olduğunu kabul etmek demektir. Çağımızda böyle bir tavır İslam’ı başka
toplum düzenleriyle –burjuva veya sosyalist- kaynaştırıp o düzenlere destek
olabilecek bir dolgu düşünce durumuna getirmek isteyenlerin işini
kolaylaştırır.
5.
Gelmiş
geçmiş ve halen yürürlükte olan medeniyetlerin batıl düşüncelere dayandıkları
için reddedilmeleri gerektiği, İslam medeniyetinin ise vahye dayalı, Kur’an ve
Sünnet’e sadık bir medeniyet olduğu için üstün ve geçerli sayılması gerektiği
ifadesi de bir söz kalabalığından ibarettir. Eğer yaşanılan hayat, kurulan
toplum düzeni kendini Kur’an ve Sünnet’le kayıtlamış, vahyin insanlara bağışladığı
ilkelerden başka hiçbir yetkeyi (otoriteyi) tanımıyorsa, yürürlükte olan düzeni
ayrıca “medeniyet” kavramıyla ifade etmek gerekli değildir. İnsanlar Allah’ın
şeriatına bağlı olmaktan başka kayıt tanımıyorlarsa, onları ayrıca medeniyet
sınırları içine sokmanın hiçbir İslami gerekçesinin getirilebileceğini
sanmıyoruz.
6.
İslami
mücahedeyi bir medeniyet mücadelesi olarak anlamak, İslamiyet dairesindeki
toplumların medeniyet bakımından parlak kabul edilen dönemlerinin (Abbasi,
Endülüs, Osmanlı) örnek kabul edilmelerini doğurur ki bu bir tehlikedir. Çünkü
böylece gayr-i İslami bir tarzı model olarak almamız imkân dâhiline girer.
Sözgelimi, Harun er-Reşid’in yönetimindeki toplum, medeni olduğu oranda
İslam’ın yabancısıdır.
7.
İslami
mücahedeyi bir medeniyet mücadelesi olarak anlamak, gelecekteki İslam toplumuna
zihnimizde bir medeniyet tasarımı taşıyarak yaklaşmamızı doğurur ki bu da
sakıncalıdır. Çünkü bu durumda İslami kaygularımızın, insani tasarımlarımız ve
medeniyet kurma ilkelerimiz tarafından baskı altına alınma tehlikesi vardır.
8.
Medeniyet
insanların maddeye olan münasebetlerini yücelterek onlardan ahiret duygusunu
uzak tutma çalışmasını aralıksız sürdürüyor. Bu konuda medeniyetin bütün
kutupları ittifak halinde, ahiret duygusunun merkez olduğu, Allah karşısında
olma bilincinin ağır bastığı bir İslam anlayışı refah peşinde koşan birey ve
grupların gerçek düşmanlarıdır. Bunun böyle olduğu iyi bilinir ama yine herkes
bildiğini okur. (Özel, 2009a: 112)
“Hakiki itibar asla mevki yoluyla kazanılmaz ve asla payeler geri
alındığında kaybedilmez… Demek ki burjuva medeniyeti bizi Philip Massinger’in
sözünü ettiği hakiki itibardan mahrum bıraktığı ölçüde güçlü. Kapitalist
medeniyet, sistem içinde geçerliliğini sağlayan aracı (parayı ve mevkii) ele
geçirmek uğruna hayat yolunu değiştiren bütün milletleri boyunduruğu altında
tutuyor.
Bilesiniz ki kapitalist medeniyetin hükümranlığına nasıl karşı
çıkılabileceğini sormak şaşkınlığını yaşayanlar asla bu boyunduruktan
kurtulamayacak. Çünkü bu hükümranlığa karşı çıkılamaz; ancak bu hükümranlık yok
sayılabilir. Bu hükümranlığa yol açan duyuş ve anlayış tarzının soluk alamadığı
bir alana geçilebilir. Eğer insanlar arasında sadece mevki elde edilerek
kazanılan ve payeler elden alınınca kaybedilen itibar hükümran ise banknot da
pekiştirilmiş gücüyle hükümran olacaktır. Ne zaman ki insanlar arasında saymaca
değerlerin hükmünü geçersiz kılan bir ilişkiler ağı kurulur işte o zaman
kapitalizm o insanı, bölgeyi nüfuzu altına alamaz. Bu bölgenin insanlarının
kapitalizmle mücadele etmelerine gerek yoktur. Yapacakları yaptıklarından
ibaret kalır. Yani mevkiler kaybedildiği ve payeler alındığı halde yaşayanlar
itibara hayat vermiş olurlar. Böylece gönüllerini yüceltmiş, yukarıda olanı
görme yetisine ulaşmış olurlar.” (Özel, 2010: 44-45)
“İslami mücadele, kendini
Allah’a teslim etmiş olan insanların kendi üzerlerinde Allah’tan başkasının
egemen olmasına engel olmak kastıyla giriştikleri çalışmadır. İslami mücahede,
insan üzerinde Allah’ın gücünden başka gücü tanımamak istemiyle (iradesiyle)
yürütülür. Bu yüzden Müslümanların gerek günlük bireysel davranışları, gerekse
toplumsal hayatlarının düzenlenmesi, Allah’ın emir ve yasaklarından başka bir
dolayımdan (mediation) geçmez. Medeniyet kavramı eğer insanların kendi
geliştirdikleri kurumların yaşayışlarına yön verecek dolayımlar olarak kabulüne
yol açıyorsa Müslümanlar tarafından reddedilmesi gerekir. Çünkü medeni kurumlar
kolayca put karakterine sahip olacak özelliktedir. Yok eğer medeni yaşayış
demekle İslam’ın eksiksiz ve fazlasız yaşanılmasını ifade ediyorsak, dilimize
medeniyet kelimesini dolamakla gereksiz ve faydasız bir işe girişmiş oluruz.
Öyleyse müslümanın gerek bireysel hayatını düzenlemek gerekse
toplumun kuruluşunu İslami esaslara göre yeniden ayarlamak için girişeceği
mücadele, araçlara bağlanma (medeniyet) mücadelesi değil, araçları aşma
(siyaset) mücadelesidir.
Araçları aşma mücadelesi (siyaset), Müslümanın kendini tanımıyla
özdeş kılmak üzere giriştiği eylemdir. Siyaset insan hayatını ve zihnini dumura
uğratan İslam dışı kuramların ilgasını öngörür. Müslümanı “Müslüman olma
durumu” ile çakıştırmak üzere harekete sevkeder. Müslümanın siyasi davranışı
araçların ve kuramların kendi varlık ve yapılarıyla insana (müslümana) yön vermesini,
insanı biçimlendirmesini önlemeye yönelmiştir. Tarihte “İslam medeniyeti” diye
bilinen toplumsal yapılar, araçların şahsiyet kazanmaları sonucunda İslam
açısından belli zaaflar taşımışlardır. Müslümanın kendi tanımına sahip çıkarak,
eksiksiz ve fazlasız İslam kaynaklarıyla davranışlarına yön vermesi sonucu
giriştiği ve girişeceği siyaset, araçların şahsiyet kazanmasına imkân
tanımayacağı için (tepeden tırnağa mutlak iktidarın Allah’a ait olduğunu
bilinçle kavradığı için) İslam’ın yaşarlık kazanmasına hizmet edebilecektir.
Bizim medeniyete ister Doğulu ister Batılı olsun, karşı duruşumuz, herhangi bir
“bilimsel” (?) tez ileri sürmek endişesiyle değildir. Medeniyete karşı vahşeti
veya barbarlığı, göçebeliği veya bedeviliği savunuyor değiliz. “Milli Meclisin
deli Sokrates’i” Rousseau’ya mahsus tezler anarkohümanizmin bir parçasıdır. İbn
Haldun’un bedevilikte gördüğü fazilet belki materyalizme temel olabilir.
Medeniyet istemiyoruz doğru, ama onun kadar tahripkâr olan bir karşı iddia da
istemiyoruz. Kur’an ve Sünnet’e bağlanmakla sağlıklı bir yaşama biçimine
varılabileceğine inanıyoruz. Medeniyeti karşımıza bir olgunluk derecesi olarak
çıkarıyorlarsa, biz bu olgunluğa medeniyetin kuramlarına köle olmadan yani
Allah’ın çizdiği sınırlar içinde karar kılarak varılabileceğini söylüyoruz.”
(Özel, 2012: 114-115)
Sonuç
İsmet Özel, medeniyetle ilgili değerlendirmelerinde medeniyet
kavramına olumsuz bakan ve medeniyeti reddeden bir yaklaşıma sahiptir. O, İslam
medeniyeti denilen medeniyet de dahil her türlü medeniyete karşıdır. Çünkü
medeniyet onun nazarında çürüme, donuklaşma, taşlaşma, sınıflaşma, aylaklık, israf,
yetim malını gaspa yöneliş, lüzumsuzluk, incelik, zarafet, fantezi, sömürü,
haksızlık, yabancılaşma, ahireti unutma, dünyevileşme, içtenliğin kayboluşu vb.
olumsuzlukları barındırmaktadır.
Şair, insanı kendine yabancılaştıran medeniyet sürecine karşı Müslümanları
uyarmakta, İslami mücadeleyi bir medeniyet mücadelesi olarak görme yanlışından
vazgeçilmesi gerektiğine dikkat çekmekte, Kitap ve Sünnet, iman, itikat, Müslümanca
düşünme, emir ve yasaklara göre yaşama, teslimiyet, Müslümanın kendini
tanımıyla özdeş kılması, Müslümanların tek tek ve topluca kendi kalitelerini
yani İslam’a has kalitelerini geliştirmeleri, İslam ahlakını savunma, siyaset vb.
kavramlar çerçevesinde Müslümanlara öneriler sunmaktadır. Başlangıçta çok
radikal bir perspektifle meseleye yaklaşan şair, bu radikalliğin zorunluluğunu
vurguladıktan sonra geleceğe yönelik değerlendirmelerinde radikal ve ütopyacı
yaklaşımların da ağına düşmeden yani Müslümanların her şeyi kendi
düşünceleriyle ve yapıp etmeleriyle şekillendirebileceği yanılgısına sapmadan, anın
vacibi ne ise o doğrultuda Müslümanca bir tavır geliştirilmesini teklif etmektedir.
-İtalyanlara karşı niçin bu kadar şiddetle mukavemet ettin?
-İmanım için.
-Bu kadar az kuvvetle ve bu kadar az vasıta ile bizi
Trablusgarp’tan atabileceğini ümit ediyor muydun?
-Hayır.
-O halde ne elde etmeyi ümit ediyordun?
-Hiç. Ben imanım için dövüşüyordum ve bu bana yetiyordu. Geri kalanı
Allah’ın elinde idi.
Yararlanılan Kaynaklar
Özel, İsmet, (1997), Taşları Yemek Yasak, Şule Yayınları, İstanbul,
1997,
Özel, İsmet, (1998), Zor Zamanda Konuşmak, Şule Yayınları,
İstanbul, 1998, (8. Baskı)
Özel, İsmet, (2006), Kalın Türk, Şule Yayınları, İstanbul, 2006,
(7. Baskı)
Özel, İsmet, (2009a), “Refah ve Ahiret”, 20.02.1978, 07.07.1982
Yeni Devir Gazetesi, Yıldırım, E. (Ed.), Bileşenleriyle Basit içinde, Şule
Yayınları, İstanbul, 2009
Özel, İsmet, (2009b), “Medeniyetin İçinde Olmak”, 27.05.1979 Yeni
Devir Gazetesi, Yıldırım, E. (Ed.), Neredeyizm içinde, Şule Yayınları,
İstanbul, 2009
Özel, İsmet, (2010), “Nasıl Bir Bayramı Geride Bıraktık?”,
13.02.1997, Milli Gazete, Yıldırım, E. (Ed.), Hayatın Manası versus Manalı Bir
Hayat içinde, Şule Yayınları, İstanbul, 2010
Özel, İsmet, (2012), ÜÇ MESELE Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma,
TİYO, Tam İstiklal Yayıncılık Ortaklığı, İstanbul, 2012, (17. Baskı)
Not: 09-10 Şubat 2013 tarihinde İstanbul'da düzenlenen "Yüceltme ve Reddiye Arasında Medeniyeti Anlamak" isimli sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur. "MEDENİYET TARTIŞMALARI" adıyla yayınlanan sempozyum kitabının 5. bölümünde 229-244. sahifeleri arasında yayınlanmıştır.